ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

TEVBE

60

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ

وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ

فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

 

60. Sadakalar; ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamakla görevlendirilenlere, kalpleri (İslam'a) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda harcamaya ve yolculara -Allah'tan bir farz olarak- mahsustur. Allah her şeyi bilendir, Hakimdir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız:

 

1- Zekatın Hikmeti:

2- Zekatta Hakkı Bulunan Sınıfların Hepsine Zekat Vermek Gerekir:

3- Fakir ile Yoksul (Miskin) Arasındaki Fark:

4- Fakir ve Miskinlerin Kimlikleri ile ilgili Görüş Ayrılığının Sonucu:

5- Zekat Almayı Caiz Kılan Fakirlik Sınırı:

6- Zekatın Tahsil Edildiği Yerden Başka Yere Taşınması ve Zekat Olarak Verilmesi Gereken Malın Kıymetinin Verilmesi:

7- Zekatın Tahsil Edildiği Yer Malın Bulunduğu Yer midir, Yoksa Mükellefin Bulunduğu Yer midir?

8- Vaktinde Verilen Zekat ile Sonra Verilen Zekatın Telef Olmasının Hükmü:

9- Zekatın islam Devlet Başkanına Verilmesi ve Kişinin Kendisi Tarafından Bizzat Ödenmesi:

10- Zekat Toplama Memurları:

11- Zekat Tahsildarlığı Dışındaki Dini Görevler ve Bunlar için ücret Almak:

12- Kalpleri Alıştırılmak istenenler:

13- Kalpleri Alıştırılmak istenenler Sınıfı Kalıcı mıdır?

14- Kalpleri islam'a Alıştırıimak istenenlere Pay Verilmeyecek Olursa ...

15- Kölelerin Payı:

16- Zekat Malından Satın Alınan Kölenin Vela Hakkı Kime Aittir:

17- Mükateb'e Zekattan Yardım Edilebilir mi?

18- Zekat Malından Esirler Kurtarılabilir mi?:

19- Borçlular:

20- Arayı Düzeltmek ve iyilik Maksadıyla, Kefalet ve Benzeri Yollarla Mali Yükümlülükler Altına Girene de Zekattan Pay Verilir mi.?:

21- Zekattan Ölenin Borçları Ödenir mi?:

22- Allah Yolunda:

23- Yolcular:

24- Zekat Düşenlerden Olduğunu iddia Edenin Bu iddiası Kabul Edilir mi?:

25- Zekatın Verilemeyeceği Kimseler:

26- Nafakalarını Sağlamakla Yükümlü Olmadığı Yakınlara Zekat Vermek:

27- Hak Sahiplerine Verilecek Zekat Miktarı Ne Olmalıdır?:

28- Zekat Alacak Fakirlerin Nitelikleri:

29- Haşimoğullarına Nafile Sadaka Verilebilir mi?:

30- Bu Şekilde Harcama Allah'ın Farz Emridir:

 

1- Zekatın Hikmeti:

 

"Sadakalar ancak fakirlere ... mahsustur." Bu buyrukla Yüce Allah bir takım insanlara kendisinden bir nimet olmak üzere mal ihsan etmekle özel bir lütuf ta bulunmuştur. Onlara vermiş olduğu bu nimetin şükrünü de malı bulunmayan kimselere ödemek üzere belli bir pay olarak çıkartıp vermelerini takdir buyurmuştur. Bunu da Yüce Allah: "Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur'' (Hud, 6) buyruğunda teminat altına aldığı hususu kendisine vekaleten yerine getirsinler diye emir buyurmaktadır.

 

2- Zekatta Hakkı Bulunan Sınıfların Hepsine Zekat Vermek Gerekir:

 

Yüce Allah'ın: "Fakirlere ... mahsustur" buyruğu, sadakaların (zekatların) harcama yerlerini açıklamaktadır ki, zekat onların dışındakilere harcanmasın. Buna riayet edildiği taktirde zekata hak sahibi olanlara vermekte muhayyerlik sözkonusudur. Malik, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşü budur. Bu (yani: "Fakirlere ... mahsustur" anlamındaki buyruk; "Eğer bineğin kapı da evindir" demeye benzer. Şafii: ise: Buradaki lam temlik lamıdır demektedir. Kişinin: "Mal, Zeyd, Amr ve Bekr'e aittir," demeye benzer. Böyle bir durumda sözü geçen kimseler arasında eşitliğin sağlanması kaçınılmazdır. Şafii ve arkadaşları derler ki: Bu da bir kimsenin muayyen sınıflara veya muayyen bir topluluğa vasiyet etmesine benzer. Onlar bu konuda -ayet-i kerimenin başında yer alan- (...): Ancak lafzını delil gösterirler. Bu lafız ise sadakaların (zekatın) bu sekiz sınıfa münhasıran verilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

 

Ayrıca onlar bu görüşlerini Ziyad b. el-Haris es-Sudai tarafından rivayet edilen hadisle de desteklerler. Ziyad dedi ki: Ben, Rasülullah (s.a.v.)'ın huzuruna -benim kavmim üzerine bir ordu göndermekte iken- vardım ve: Ey Allah'ın Resulü dedim. Ordunu gönderme, alıkoy. Onların müslüman olmalarını ve sana itaatlerini ben sağlayabilirim. Sonra da kavmime bir mektup yazdım, onların İslam'a girdikleri ve itaatle boyun eğdiklerine dair haber geldi. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ey kavmi arasında kendisine itaat olunan Sudalıların kardeşi ... " Ben dedim ki: Hayır, asıl Allah onlara lutfetti ve onları hidayete iletti. Daha sonra Hz. Peygamberin yanına bir adam gelerek sadakalara dair ona soru sordu. Rasülullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: "Allah, sadakalar hususunda ne bir peygamberin, ne de ondan başkasının hükmüne razı olmadı. O bakımdan O, sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Eğer sen bu bölümlerden birisine mensup bir kimse isen sana veririm." Bu hadisi Ebü Davüd ve Darakutni rivayet etmiştir. Lafız da Darakutni'nindir. Zeynü'I-Abidin'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Şanı Yüce Allah, zekat olarak ödenecek miktarı ve bu sınıflara ne kadar yeterli geleceğini öğretmiş ve bunu onların tümü için bir hak olarak tesbit etmiştir. Kim onların bu haklarını engelleyecek olursa, işte o, rızıkları hususunda onlara zulmeden birisidir.

 

Bizim (Maliki mezhebimize mensub) ilim adamlarımız, Yüce Allah'ın: "Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz, bu da sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 271) buyruğuna sarılmışlardır. Sadaka Kur'an-ı Kerim'de mutlak olarak kullanıldığı takdirde farz olan sadakayı ifade eder. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize geri vermekle emrolundum."

 

Bu gerek Kur'an'da, gerekse sünnette sadakanın verilmesi emredilen sekiz sınıftan sadece birisinin sözkonusu edilmesine dair açık bir nastır. Nitekim Ömer b. el-Hattab, Ali, İbn Abbas ve Huzeyfe'nin görüşleri de budur. Topluca bütün tabiin de bu görüşte olup şöyle demişlerdir: Zekatın sekiz sınıfa verilmesi de caizdir, bunlardan herhangi birisine ödeyecek olsan bu da caizdir.

 

el-Minhal b. Amr da, Zir b. Hubeyş'den, o, Huzeyfe'den şanı Yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere, yoksullara. .. mahsustur" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Sen, sadakanı bunlardan hangisine verirsen senin için yeterli olur. Said b. Cubeyr, İbn Abbas'tan Yüce Allah'ın Sadakalar, ancak fakirlere, yoksullara ... mahsustur" buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Zekatını bunlardan hangisine verirsen, senin için yeterlidir. elHasen, İbrahim ve başkalarının görüşü de budur. Elkiya et-Taberi der ki: Hatta Malik bu hususta icma olduğunu dahi iddia eder.

 

Derim ki: Bununla ashab-ı kiramın icmaını kasteder. Çünkü Ebu Ömer (b.

Abdi'l-Berr)'in dediğine göre bu hususta ashab-ı kiram arasında onlara (az önce sözleri edilen Ömer b. el-Hattab, Ali, İbn Abbas ve Huzeyfe'ye) muhalefet eden kimse olduğu bilinmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah'tır .

 

İbnü'l-Arabi der ki: Bu hususta bizimle onlar arasında ayırıcı hükme öl-

çü kabul ettiğimiz husus şu ki: ümmet, ittifakla şunu kabul etmiştir: Eğer her bir sınıfa kendi payı verilecek olursa, bu payın genel olarak bütün sınıfa dağıtılması vacib değildir. Aynı şekilde bütün sınıflara zekat vermek de bunun gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

3- Fakir ile Yoksul (Miskin) Arasındaki Fark:

 

Gerek dil bilginlerinin, gerek fukahanın fakir ile miskin arasındaki fark hususunda dokuz ayrı görüşü vardır.

 

Yakub b. es-Sikkit, el-Kutebi ve Yunus b. Habib, fakirin yoksuldan daha iyi hallice olduğu görüşündedirler. Derler ki: Fakir, kendisine kısmen yeterli olabilecek ve kendisini ayakta tutabilecek bir şeylere sahip olan kişidir. Miskin (yoksul) ise hiçbir şeye sahib olmayandır. delil olarak da bir çobanın şu beyitini gösterirler: "Fakire gelince, onun sağmal devesi çoluk çocuğunun ihtiyacına denk düşüp de Geriye kendisine hiçbir deve kalmayandır."

 

Dil bilgini ve hadis ehlinden bir topluluk da bu görüştedir ki, Ebu Hanife ile Kadı Abdulvehhab bunlar arasındadır.

 

Beyitte geçen "denk düşmek" tabiri, mesela, filanın sağmal devesi çoluk çocuğuna denktir, denilince, onun verdiği süt ihtiyaçlarına yetecek kadardır, fazlası yoktur, demek olur. Bu açıklama el-Cevheri'den nakledilmiştir.

 

Başkaları da bunun aksini söyleyerek yoksulu fakirden daha iyi hallice kabul ederler. Bunlar da Yüce Allah'ın: "Gemiye gelince o, denizde çalışan yoksullara ait idi" (el-Kehf, 79) buyruğunu delil gösterirler. Yüce Allah bu buyruğunda yoksulların denizdeki gemilerden birisine sahip olduklarını haber vermektedir. Kimi zaman böyle bir gemi çokça miktardaki mala dahi eşit olabilir. Bu görüşün sahipleri, Peygamber (s.a.v.)'ın fakirlikten Allah'a sığındığına dair rivayet edilen duası ile de görüşlerini desteklerler. Yine Hz. Peygamber'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Allah'ım beni miskin (yoksul) olarak yaşat ve miskin olarak canımı al.'' Şayet miskinin durumu fakirden daha kötü olsaydı, bu iki rivayet arasında çelişki olurdu. Zira Hz. Peygamberin fakirlikten Allah'a sığınmakla birlikte ondan daha kötü bir hale sahib olmayı dilemesine imkan yoktur. Nitekim Yüce Allah onun duasını kabul buyurmuş ve Yüce Allah'ın kendisine fey olarak vermiş olduğu bir miktar mala sahib olduğu halde ruhunu kabzetmiştir. Ancak beraberinde bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar mal da yoktu.

 

İşte bundan dolayı zırhını rehin bırakmıştı. Bu görüşün sahipleri derler ki:

Bir çobanın söylediği nakledilen beyitin, bu hususta delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü çoban sadece fakir bir kimsenin belli bir durumda sütünü sağacağı bir devesinin bulunduğundan söz etmektedir.

 

Derler ki: Fakirin Arap dilindeki anlamı fakirliğin sıkıntı ve zorluğu ndan dolayı sırtındaki fakra'ları (yani omurları) alınmış kimse demektir. Bundan daha zor ve sıkıntılı bir hal ise bulunamaz. Şanı Yüce Allah: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen ... "(el-Bakara, 273) buyruğu ile onlara dair haber vermektedir.

 

Bu görüşün sahipleri şairin şu beyitini de delil gösterirler: "(Lukman b. Ad'm) kartallarının sonuncusu lübed (kartallar)ın uçuştuklarını görünce, O da kanatlarında uçuşu sağlayan ön tereklerini, uçamayan omurgasız kuş gibi kaldırdı."

 

Yani, uçmaya gücü yetmeyen, bundan dolayı da omurgası kopmuş ve yere yapışmış bir kuş gibi oldu, demek istemektedir.

 

el-Esmai ve başkaları da bu görüşü benimsemiş olup, Tahavı de bunu Kufelilerin görüşü olarak nakletmektedir. Şafii'nin iki görüşünden birisi de, mezhebine mensup alimlerin çoğunluğunun görüşü de budur.

 

Yine Şafii'nin bir başka görüşü daha vardır ki, buna göre fakir ile miskin aynı şeydir. İsim itibariyle ayrı olsalar bile mana bakımından aralarında fark yoktur. İşte bu da üçüncü bir görüştür. İbnü'I-Kasım ve Malik'in sair arkadaşları (mezhebinin ileri gelen alimleri) de bu görüştedir. Ebu Yusuf da bu görüşü benimsemiştir.

 

Derim ki: Lafzın zahiri miskinin fakirden farklı olduğunu ve her ikisinin ayrı bir sınıf olduğunu, ancak sınıflardan birisinin diğerinden daha ileri derecede ihtiyaç sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu bakımdan onları tek bir sınıf olarak kabul edenin görüşü de doğruya yakın görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Bununla birlikte Yüce Allah'ın; "Gemiye gelince o, yoksulların idi ... "(elKehf, 79) buyruğunun delil olacak bir tarafı yoktur. Zira bu geminin yoksullar tarafından ücretle kiralanan bir gemi olma ihtimali de vardır. Nitekim bir kimse bir evde yaşıyor ise, ev başkasına ait olsa dahi (yaşıyanın adı belirtilerek); bu filanın evidir denilmektedir. Şanı Yüce Allah da cehennemliklerin halini anlatırken: "Onların demirden gürzleri de vardır" (el-Hac, 21) buyurarak bu gürzleri cehennemliklere izafe etmiştir. Yine Yüce Allah; "Beyinsizlere mallarınızı vermeyiniz" (en-Nisa, 5) diye buyurmaktadır. Hz. Peygamber de: "Her kim malı bulunan bir köleyi satarsa ...'' diye buyurmaktadır.

 

Bu şekilde bir şey bizzat o kimseye ait olmamakla birlikte o şeyin ona izafe edildiği ifadeler gerçekten çoktur. Mesela "evin kapısı, bineğin semeri, atın eğeri" ve benzeri ifadeler de bu kabildendir. Diğer taraftan bu gibi kimselere merhamet ve onlara karşı atifeti celbetmek kastıyla miskinler adının verilmiş olması da mümkündür. Nitekim herhangi bir musibet ile sınanan veya bir belaya itilmiş olan kimseye de miskin denilir. Hadis-i şerifte de: "Ateş ehlinin miskinleri" ifadesi geçmektedir. Şair de şöyle der: "Sevgi ehlinin miskinlerinin kabirleri üzerinde dahi Kabirler arasında zillet toprakları vardır."

 

Hz. Peygamber'in: "Allah'ım, beni miskin olarak yaşat" hadisindeki ifadelere dair açıklamalara gelince; bu hadisi Enes rivayet etmiş olup, onların açıkladığı anlama gelmez. Buradaki anlam; herhangi bir tekebbürün, büyüklenmenin, kibir, azgınlık ve haksızlığın sözkonusu olmadığı, Allah'a karşı alçak gönüllülüğü ifade etmektir. Nitekim Ebu'l-Atahiyye şu beyitlerinde bu hususu çok güzel dile getirmiştir: "Eğer sen bütün kavmin en şereflisini görmek istersen Yoksul (miskin) kimse kılığına bürünmüş bir hükümdara bak İşte böylesinin Allah'a rağbeti çok büyüktür Ve işte böylesi hem dünya hem din için uygundur."

 

Buna göre burada maksat dilencilik yapan miskin değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) dilencilik yapmayı hoş görmemiş ve yasaklamıştır. Nitekim onun önünden yoldan çekilip yol vermeyi kabul etmeyen siyah bir kadın hakkında: "Onu bırakınız, çünkü o zorba bir kadındır" diye buyurmuştur.

 

Şanı Yüce Allah'ın: "Allah yolunda kendilerini vakfetmiş, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen ... fakirler içindir" (el - Bakara, 273) buyruğuna gelince; burada da böylelerinin bazı şeylere sahip olmalarına mani yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Malik ve Şafii mezhebine mensup ilim adamlarının benimsedikleri görüş olan yoksul ile fakir aynı şeylerdir, şeklindeki görüşleri güzeldir.

 

Yine Malik'in, "İbn Suhnun'un Kitabı"nda kullandığı ifade de buna yakındır. O, şöyle demektedir: Fakir, iffetli davranan muhtaç kimsedir, miskin ise dilenen kişidir. Bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiş, ez-Zühri de bu görüşü ifade etmiştir. İbn Şaban da bu görüşü tercih etmiştir ki, dördüncü görüş de budur.

 

Beşinci görüşe gelince; Muhammed b. Mesleme dedi ki: Fakir, meskeni ve hizmetçisi bulunan ve bundan daha aşağı durumda bulunan kimsedir. Miskin ise, hiç malı olmayan kimse demektir.

 

Derim ki: Ancak bu görüş Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Abdullah b.

Amr'dan gelen görüşün aksinedir. Birisi Abdullah'a: Biz Muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz diye sorunca, Abdullah ona şöyle demiş: Kendisine sığınacağın bir hanımın var mı? O, evet deyince bu sefer: Peki, içinde barınacağın bir meskenin var mı diye sormuş, yine evet deyince Abdullah: Sen zenginlerdensin diye cevap vermiş. Adam, benim bir de hizmetçim var deyince Abdullah: O halde sen hükümdarlardansın diye cevap vermiş.

 

Altıncı görüş: İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Fakirler, Muhacirler arasından idi, miskinler ise hicret etmeyen bedevi Araplar arasındaki yoksullardı. ed-Dahhak da bu görüştedir.

 

Yedinci görüşe göre ise miskin, dilenmese dahi boyun eğen, zillet gösteren kimsedir. Fakir ise tahammül eden, gizlice verilen bir şeyi kabul etmekle birlikte boyun eğmeyen kimsedir. Bu açıklamayı da Ubeydullah b. el-Hasen yapmıştır.

 

Sekizinci bir görüşü de Mücahid, İkrime ve ez-Zühri ifade etmiş olup, buna göre miskinler, (dilencilik yapmak üzere) kapı kapı dolaşan kimselerdir. Fakirler ise, müslümanların fakirleri, muhtaçlarıdır.

 

Yine İkrime'nin ifade ettiği dokuzuncu bir görüşe göre; fakirler müslümanların fakirleri, miskinler de ehl-i kitabın yoksullarıdır. İleride bu görüş de gelecektir.

 

4- Fakir ve Miskinlerin Kimlikleri ile ilgili Görüş Ayrılığının Sonucu:

 

Fakir ile miskin aynı sınıf mıdır yoksa birden çok sınıfı mı temsil ederler hususundaki görüş ayrılığının etkisi, malının üçte birini filana, fakir ve miskinlere vasiyet eden kimsenin durumunda da ortaya çıkar.

 

Bunların ikisini tek bir sınıf kabul edenlerin görüşüne göre filan kimseye üçte birin yarısı verilir, fakir ve miskinlere de üçte birin geri kalan yarısı verilir. Bunlar iki ayrı sınıftır, diyenlerin görüşüne göre ise, ölenin vasiyet ettiği üçte birlik mal, aralarında üçe taksim edilir.

 

5- Zekat Almayı Caiz Kılan Fakirlik Sınırı:

 

İlim adamları, zekat almayı caiz kılan fakirlik sınırı hususunda farklı görüşlere sahip olmakla birlikte -kendilerinden ilim bellenen- çoğunluğun icmaına göre; ihtiyaç duyduğu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekat alabileceğini ve verenin de böylesine zekat verebileceğini kabul etmişlerdir.

 

Malik şöyle derdi: Eğer evin ve hizmetçinin bedelinde bunlardan ihtiyaç duyduğu miktardan fazla bir değer söz konusu değil ise, zekat alması caiz olur. Aksi takdirde alamaz. Bu görüşünü İbnü'I-Münzir nakletmektedir. Nehai ve es-Sevri de Malik'in görüşünü kabul etmişlerdir.

 

Ebu Hanife der ki: Yirmi dinarı yahut ikiyüz dirhemi bulunan kimse zekattan birşeyalamaz. O, Hz. Peygamberin: "Ben, sadakayı (zekatı) zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum" buyruğu dolayısıyla nisabı göz önünde bulundurmuştur ki, bu da gayet açıkça anlaşılan bir görüştür. Muğire de bunu Malik'ten rivayet etmiştir.

 

es-Sevri, Ahmed, İshak ve başkaları da şöyle demişlerdir: Elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan bir kimse zekat alamaz. Zekat verilecek kimseye de -borca batmış olması hali müstesna- elli dirhemden fazla bir şey verilmez. Bu görüşü Ahmed ve İshak ifade etmiştir. Bu görüşün delili ise Darakutni'nin Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Elli dirhemi bulunan bir kimseye sadaka (zekat) alması helal olmaz." Hadisin isnadında Abdurrahman b. İshak adındaki ravi zayıftır. Ondan hadisi rivayet eden Bekr b. Huneys de zayıf bir ravidir.(Darakutni, II, 121)

 

Ayrıca bunu, Hakim b. Zübeyr, Muhammed b. Abdurrahman b. Yezid'den, O babasından, O, Abdullah'tan, o da Peygamber (s.a.v.)'dan buna yakın ifadelerle rivayet etmiş ve " ... elli dirhemi olan ... " diye buyurmuştur. Hakim b. Cübeyr de zayıf bir ravidir, Şu'be ve başkaları ondan hadis almamışlardır. Bunu da Darakutni -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ifade etmiştir. (Darakutni, II, 122)

 

Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Bu hadis Hakim b. Cübeyr etrafında dönüp dolaşmaktadır ki, o da metruk bir ravidir.

 

Ali ile Abdullah'tan da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Sadaka (zekat) almak, elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan kimseye helal değildir. Bunu da Darakutni zikretmektedir. (Darakutni, II, 122)

 

Hasan-ı Basri de der ki: Kırk dirhemi olan kimse zekat almaz. Vakidi, bunu Malik'den de rivayet etmiştir. Bu görüşün deli li ise, Darakutni'nin Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: Ben Peygamber (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim kendisi zenginken insanlardan dilenecek olursa, kıyamet gününde yüzü yaralı bereli olduğu halde gelecektir." Ey Allah'ın Resulü! kişinin zenginliği ne demektir diye sorunca: "Kırk dirhem" diye buyurdu.

 

Malik'in, Zeyd b. Eslem'den, o, Ata b. Yesar'dan, o, Esadoğullarından birisinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kimin bir ukiye veya ona denk bir malı bulunduğu halde dilencilik yapacak olursa, o kimse muhtaç olmaksızın dilencilik yapmış demektir. Ukiye ise kırk dirhemdir."

 

Malik'ten meşhur olan görüş ise, İbnü'I-Kasım'dan kendisinin yaptığı rivayettir. Buna göre Malik'e: Kırk dirhemi bulunan bir kimseye zekattan bir şey verilir mi diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Sözkonusu edilen birinci kişinin malını güzel kullanan ve kazanabilecek güce sahip olan kişi olması, ikincisinin ise kazanamayacak kadar güçsüz yahut da çok çoluk çocuğu bulunan kişi hakkında olması da mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Şafii ve Ebu Sevr derler ki: İnsanlara muhtaç olmayacak kadar kazanabilecek güce ve meslek icra edebilmekle birlikte de bedeni gücü yerinde ve güzel tasarrufta bulunan (malını yerli yerince kullanabilen) bir kimseye sadaka (zekat) vermek haramdır. Buna Peygamber (s.a.v.)'ın şu hadisini delil gösterirler: "Zengin bir kimseye de güçlü kuvvetli ve azası yerinde olan kimseye de sadaka helal değildir." Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği bu hadisi Ebu Davüd, Tirmizı ve Darakutni eserlerinde kaydetmişlerdir.

 

Hz. Cabir de şöyle demektedir: Resulullah (s.a.v.)'a bir miktar zekat malı geldi. İnsanlar üst üste yığıldılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki zekatın ne bir zengine verilmesi uygundur, ne sağlıklı bir kimseye, ne de çalışabilecek durumda olana." Bunu da Darakutni rivayet etmiştir.

 

Ebü Davüd da Ubeydullah b. Adiy b. el-Hıyar'dan şöyle dediğini rivayet eder: Bana, Veda haccında zekatı paylaştırırken Peygamber (s.a.v.)'ın yanına gidip ondan kendilerine de birşeyler vermesini isteyen iki kişinin haber verdiğine göre: (Peygamber) tepeden tırnağa bizi süzdü. İkimizin de gücünü kuvvetini yerinde görünce: "İsterseniz size verebilirim. Ancak, ne zenginin ne de kazanabilecek güçlü bir kimsenin bunda bir payı vardır" diye buyurdu.

 

Çünkü böyle bir kimse, başkasının sahip olduğu malı sebebiyle zengin sayılması gibi, kazancıyla zengin demektir. O bakımdan bunların herbirisinin de ayrıca dilenmeye ihtiyacı kalmamıştır. İbn Huveyzimendad da bu görüştedir ve bunu Maliki mezhebinin benimsenen görüşü olarak nakletmiştir. Şu kadar var ki, böyle bir şeye iltifat etmemek gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zekatı fakirlere verir idi. Zekatın yalnızca çalışamayacak derecedeki kötürümlere münhasır kabul edilmesi batıl bir görüştür.

 

Ebu İsa et-Tirmizı Cami'inde (Sünen'inde) der ki: Kişi güçlü ve muhtaç olup bir şeyi de bulunmuyorsa ona sadaka verilecek olursa ilim ehline göre bu sadaka (zekat) veren kimse için yeterli olur. Kimi ilim adamına göre bu hadis, (gücü kuvveti yerinde olmakla birlikte) dilenmek ile ilgilidir.

 

el-Kiya et-Taberi der ki: Zahir bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü böyle bir kimse güçlü kuvvetli olmasına, bedenen sağlıklı olmasına rağmen fakirdir. Ebu Hanife ve arkadaşları da bu görüştedirler. Ubeydullah b. el-Hasen der ki: Kendisine yetecek kadar malı ve bir senelik ihtiyacını karşılayacak bir malı bulunmayan kimseye zekat verilebilir. Bu husustaki delili İbn Şihab'ın Malik b. Evs b. el-Hadesan'dan, onun, Ömer b. el-Hattab'dan yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.v.) Allah'ın kendisine fey' olarak verdiği mallardan bir yıllık ihtiyacını alıkordu. Ondan sonra arta kalanını ata ve silaha ayırırdı. Bununla birlikte (ona hitaben) Yüce Allah: "Seni fakir bulup zengin kılmadı mı'' (ed-Duha, 8) diye buyurmaktadır.

 

Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Herkes sadakadan kendisi için mutlak olarak ihtiyaç duyduğu şeyleri alabilir.

 

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yanında bir günlük akşam yemeği bulunan kimse zengindir. Bu görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Ayrıca bu kanaatin sahipleri Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.v.)'dan rivayet ettiği şu buyruğunu da delil göstermişlerdir: "Her kim zengin olmakla birlikte birşeyler dilenecek olursa, bununla cehennem ateşinde kızdırılmış taşlarının çoğalmasını istemiş olur." Ashab: Ey Allah'ın Rasülü zenginlik nedir diye sorunca, O da: "Bir gecelik akşam yemeği" diye buyurmuştur. Bu hadisi Darakutni rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Bunun isnadında Amr b. Halid vardır ki, o metrük bir ravidir.

 

Bunu, Ebü Davud da Sehl b. el-Hanzaliye'den, o, Peygamber (s.a.v.)'dan rivayet etmiştir ki, bu rivayette şu ifadeler de vardır: "Her kim yanında kendisini zengin kılacak olan bir miktar bulunduğu halde dilenecek olursa o, cehennem ateşini çoğaltmak isteyen birisi demektir." enNüfeyli, bir başka yerde de: "Cehennem'in kor ateşini ... " demiştir. Ashab: Ey Allah'ın Rasülü, kişiyi ihtiyaçtan kurtarıp zengin kılan nedir? -en-Nüfeyli ise bir başka yerde: Dilenmenin söz konusu olmadığı zenginlik nedir?- diye sordular, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sabah ve akşam ona yiyecek olarak yetecek miktardır." en-Nüfeyli, bir başka yerde şöyle buyurduğumı kaydeder: "Bir gün ve bir gece, yahut bir gece ve bir gün onu doyuracak kadar bir şeylerinin olmasıdır. ''

 

Derim ki: İşte zekat almayı caiz kılan fakirliğin açıklanmasına dair gelen görüşler bunlardır.

 

"Fakirler" lafzının mutlak kullanılışı, yalnızca müslümanlara tahsis edilip ehl-i zimmetin dışarda kalmasını gerektirmemektedir. Şu kadar var ki, sadakaların (zekatın) müslüman zenginlerden alınıp onların fakirlerine verileceğine dair haberler birbirini destekleyici mahiyette gelmiştir.

 

İkrime der ki: Fakirler müslümanların fakirleridir, miskinler ise kitap ehlinin fakirleridir.

 

Ebü Bekr el-Absi der ki: Ömer b. el-Hattab, gözleri görmeyen ve Medine kapısında bir kenara bırakılmış zımmi bir kimseyi görünce, ona: Bu halin ne diye sorunca adam: Cizye uğrunda beni ücretle çalıştırdılar. Nihayet gözlerim görmez olunca, beni bıraktılar ve bana birşeyler getirecek hiçbir kimsem de yok. Bu sefer Hz. Ömer: Durum böyle ise sana adil davranılmış olmaz, dedikten sonra, onun gıdasını karşılayacak ve halini düzeltecek kadarının verilmesini emrettikten sonra şöyle dedi: Bu, Yüce Allah'ın haklarında: "Sadakalar ancak fakirlere ve yoksullara ... mahsustur" buyurduğu kimselerdendir. Bunlar ise kitap ehlinin kötürüm düşmüş olanlarıdır.

 

Şanı Yüce Allah: "Sadakalar" ancak fakirlere yoksullara. .. mahsustur" diye buyurup da çoğul bir isme karşılık çoğul bir ismi sözkonusu etti ki, burada çoğul ismin birisi sadakalardır, diğeri ise bunların harcama yerleridir. Peygamber (s.a.v.) da bunu beyan ederek: Muaz b. Cebel'e, -Yemen'e gönderdiğinde- şöyle talimat vermiştir: "Onlara, Allah'ın üzerlerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadakayı farz kıldığını da haber ver.'' Böylelikle Hz. Peygamber her bir belde ahalisine oranın zekatını tahsis etmiştir.

Ebu Davud'un rivayetine göre Ziyad, ya da emirlerden birisi, İmran b. Husayn'ı zekat tahsili için göndermişti. Geri döndüğünde bu emir İmran'a: Mal nerede diye sormuş, o da: Sen, mal için mi beni gönderdin? Biz, o malı Resulullah (s.a.v.)'ın döneminde iken aldığımız yerlerden aldık ve yine Resulullah (s.a.v.)'ın döneminde iken harcadığımız bir yerde harcadık.

 

Darakutni ve Tirmizi'nin rivayetine göre; Avn b. Ebi Cuheyfe, babasından şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.v.)'ın gönderdiği zekat toplama memuru bizim yanımıza geldi. Zekatı zenginlerimizden aldı, fakirlerimiz arasında dağıttı. Ben de yetim bir çocuk idim. Bana zekat mallarından genç bir dişi deve verdi. Tirmizi der ki: Bu hususta İbn Abbas'tan da rivayet edilen bir hadis vardır. İbn Ebi Cuheyfe'nin yoluyla gelen hadis hasen bir hadistir.

 

6- Zekatın Tahsil Edildiği Yerden Başka Yere Taşınması ve Zekat Olarak Verilmesi Gereken Malın Kıymetinin Verilmesi:

 

İlim adamları zekatın tahsil edildiği yerden bir başka yere taşınması hususunda üç farklı görüşe sahiptirler:

 

Birinci görüşe göre zekat, tahsil edildiği yerden taşınmaz. Bunu Suhnun ve İbnü'I-Kasım ifade etmişlerdir ki, daha önce belirttiğimiz gerekçe dolayısıyla sahih olan görüş budur.

 

Yine İbnü'I-Kasım der ki: Eğer bir zaruret dolayısıyla bir bölümü başka bir yere aktarılacak olursa görüşüme göre bu da doğrudur. Suhnün'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: İmam'a: ülkenin herhangi bir yerinde ileri derecede ihtiyaç bulunduğuna dair bir haber ulaşacak olursa, bu ihtiyaç sebebiyle tahsil edilmesi hakkedilen sadakanın bir bölümünü ihtiyacın bulunduğu yere taşıması caiz olur. Çünkü ihtiyaç ortaya Çıkacak olursa, ihtiyaç sahiplerinin muhtaç olmayanlardan öne geçirilmesi gerekir. Zaten "müslüman müslümanın kardeşidir. Onu (tehlikeye ve düşmana) teslim etmez, ona zulmetmez."

 

İkinci görüşe göre zekat tahsil edildiği yerden başka bir yere taşınabilir.

 

Malik de bu görüştedir. Bu görüşün delili ise rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: Muaz (r.a) Yemenlilere şöyle demiş: Siz bana hamis (beş arşın uzunluğundaki kumaş) yahut da lebis (denilen giyilen elbise) getirin, onları sizden zekat olarak mısır ve arpa yerine alayım. Çünkü böyleSi hem sizin için daha kolay, hem de Medine'de bulunan muhacirler için daha faydalıdır." Bu hadisi de Darakutni ve başkaları rivayet etmiştir.

 

Hamis, müşterek (birden çok mana hakkında kullanılabilen) bir lafızdır.

Burada, uzunluğu beş arşın gelen elbiselik kumaş demektir. Denildiğine göre bu kumaşa bu ismin veriliş sebebi, onu ilk dokuyanın Yemen kırallarından birisi olan "el-Hıms" oluşu dolayısıyladır. Bu'nu İbn Faris "el-Mücmel"de, el-Cevheri ve başkaları da nakletmişlerdir.

Bu hadiste iki hususa delil vardır: Birincisi, bizim sözünü ettiğimiz, zekatın Yemen'den Medine'ye taşınarak Peygamber (s.a.v.)'ın zekatı paylaştırmayı gerçekleştirmesidir, bunu da Yüce Allah'ın: "Sadakalar ancak fakirlere ... mahsustur" buyruğu desteklemekte ve bu buyrukta bir beldedeki fakirler ile diğerindeki fakirler arasında herhangi bir ayrım gözetilmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

İkincisi ise, zekatta kıymetin alınması hususu: Zekatta, zekat olarak verilmesi gereken ayni malın kıymetinin verilmesi hususunda İmam Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Bir seferinde bunu caiz kabul ederken, bir diğer seferinde bunun caiz olmadığını söylemiştir. Caiz oluşunun gerekçesi -ki bu, Ebü Hanife'nin de görüşü dür- sözünü ettiğimiz bu hadis-i şeriftir. Buhari'nin Sahih'inde de Enes yoluyla gelen hadiste Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Her kimin yanındaki develerin zekatı bir cezea'yı (beş yaşına basmış dişi deve) bulur da yanında cezea bulunmamakla birlikte, hikka (dört yaşında dişi deve) bulunuyor ise, ondan bu cezea alınır. Bununla birlikte kolayına gelen iki koyun, yahut yirmi dirhem daha (aradaki yaş farkı olarak) alınır. .. "

 

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Bugün için onları (fakirleri) dilencilik yapmak ihtiyacından kurtarın. ''

 

Bununla, Ramazan bayramı birinci günü (verilen fıtır sadakasını) kastetmektedir. Hz. Peygamber bu buyruğu ile fakirlerin ihtiyaçları karşılanmak suretiyle dilencilik yapma ihtiyacından kurtarılmasını istemektedir. Buna göre onların ihtiyaçlarını kapatan herbir şeyi vermek caiz olur. Yüce Allah da: ''Mallarından bir sadaka al... "(et-Tevbe, 103) diye buyurmakta ve bunlar arasında herhangi bir tahsise gitmemektedir.

 

Bununla birlikte Ebu Hanife, zekatın bedeli olarak bir evde oturmanın verilemeyeceği görüşündedir. Mesela bir kimsenin beş dirhem zekat vermesi gerekirken, bir aylığına bir fakiri sahip olduğu evinde bedelsiz iskan ettirirse bu (zekat olarak) caiz olmaz. Çünkü o, bedelsiz iskan etmek bir mal değildir, der.

 

(Maliki) mezhebinin kuvvetli görülen görüşü olan "değerlerin zekat olarak verilmesi caiz değildir" şeklindeki görüşüne gelince, buna da Peygamber (s.a.v.)'ın şu buyruğu gerekçe gösterilmektedir: "Beş devede bir koyun, kırk koyunda da bir koyun (zekat vardır). '' Hz. Peygamber burada açıkça "koyun" verileceğini ifade etmiştir. Eğer koyun verilmeyecek olursa, emrolunanı yerine getirmiş olmaz. Emrolunan yerine getirilmeyecek olursa da o emri yerine getirmek yükümlülüğü baki kalmaya devam eder.

 

üçüncü görüşe göre de, fakir ve yoksulların payları, (zekatın tahsil edildiği) o yerde paylaştırılır. Diğer paylar ise imamın içtihadına uygun olarak bir yerden başka bir yere aktarılır. Ancak birinci görüş sahih olan görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

7- Zekatın Tahsil Edildiği Yer Malın Bulunduğu Yer midir, Yoksa Mükellefin Bulunduğu Yer midir?

 

Zekatın tahsil edildiği yeri tesbit etmekte muteber olan, senenin bitimi esnasında malın bulunduğu yer midir ve bu durumda zekat orada mı dağıtılır, yoksa muhatap malın maliki olduğu için malikin bulunduğu yer midir? Bu konuda iki görüş vardır. Ebu Abdullah, Muhammed b. Huveyzimendad, Ahkam (u'I-Kur'an) adlı eserinde ikinci görüşü tercih eder ve şöyle der: Çünkü zekatı vermek emrine muhatap olan insandır.

 

Dolayısıyla mal ona tabi olur. O bakımdan muhatabın bulunduğu yere göre hükmün verilmesi icabeder. Tıpkı yolcu gibi. Yolcu, kendi beldesinde zengin, fakat bir başka yerde fakir olabilir. O bakımdan onun bulunduğu yere göre hüküm verilir.

 

Müslüman Bir Fakir Zannıyla Zekat Veren Bir Kimse, O Kişinin Böyle Olmadığmı Farketmesi Halindeki Hüküm: Bir kimse, müslüman fakir diye birisine zekat verecek olsa, daha sonra onun bir köleye yahut bir kafire veya bir zengine zekat verdiği açığa çıkacak olursa, hükmün ne olacağına dair İmam Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Bir seferinde; Bu zekatı yeterlidir derken, bir başka seferinde; Yeterli değildir demiştir.

 

Daha sahih kabul edilen ve yeterli olduğuna dair görüşünün açıklaması şöyledir: Müslim, Ebu Hureyre'den, Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bir adam: Ben bu gece bir sadaka vereceğim, demiş ve sadakasını alıp çıkmış. Zaniye bir kadının eline vermiş. Sabah olunca insanlar: Bu gece zaniye bir kadına sadaka verildi diye konuşur olmuşlar. Adam da: Allah'ım, bir zaniye'ye (sadaka) verdiğimden dolayı Sana hamd olsun. Yine: Sadaka vereceğim demiş. Sadakasını alıp çıkmış ve onu zengin bir kimsenin eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Zengin bir kimseye sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Yine adam, Allah'ım zengin bir kimse(ye verdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Mutlaka bir sadaka daha vereceğim diyerek sadakasını alıp çıkmış, bu sefer de o sadakayı bir hırsızın eline bırakmış. Sabah olunca insanlar: Bir hırsıza sadaka verilmiş diye konuşmaya başlamışlar. Adam: Allah'ım, zaniye bir kadına, bir zengine, bir hırsıza (verdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Ona gelinerek şöyle denilmiş: Verdiğin sadaka kabul olundu. Zaniye kadın olur ki bu sadaka dolayısıyla zinadan uzak kalır, iffetini korur. Zengin de olur ki ibret alır da Allah'ın kendisine verdiklerinden infak eder. Hırsız da olur ki bu sadaka sebebiyle iffetli davranarak hırsızlığından uzak kalır.''

 

Yine rivayet edildiğine göre, adamın birisi malının zekatını ayırıp babasına vermiş. Sabah olunca durumu öğrenmiş, Peygamber (s.a.v.)'a sorunca ona şöyle buyurmuş: "Sana hem verdiğin zekatının ecri, hem de akrabalık bağını gözetme ecri yazıldı. O bakımdan senin iki ecrin vardır. ''

 

Zekat buyruğunun ihtiva ettiği anlam açısından da konuya bakılacak olursa, zekat veren kimseye zekat vereceği kişiyi tesbit için ictihatta bulunması uygun görülmüş, buna müsaade edilmiştir. Zekat veren ictihad edip zekat almaya ehil olduğunu zannettiği kimseye verecek olursa, yerine getirmekle yükümlü olduğu görevini ifa etmiş olur.

 

Bu şekilde verilen bir zekatın yeterli olmayacağına dair görüşüne gelince; bu da şöyle açıklanır: O, bu durumda zekatını zekat almaya hak eden bir kimseye vermemiştir. Onun bu davranışı kasti yapılan bir fiile benzer. Ayrıca malI tazminatlar hususunda kasıt ile hata arasında bir fark yoktur. Bundan dolayı miskinler aleyhine telef etmiş olduğu bu malın tazminatını ödemesi icabeder ki, onların hakları böylelikle onlara ulaştırılmış olsun.

 

8- Vaktinde Verilen Zekat ile Sonra Verilen Zekatın Telef Olmasının Hükmü:

 

Bir kimse zekatını vaktinde çıkartıp bir kenara ayırsa ve kendisinin bir kusuru bulunmaksızın telef olursa, tazminatını ödemez. Çünkü bu durumda o, fakirlerin vekili durumundadır.

 

Eğer vaktinden bir süre sonra çıkartıp bu çıkarttığı zekat malı telef olursa, tazminatını öder. Çünkü zekatı vaktinden sonraya bırakmıştır. Böylelikle zekat artık onun zimmetine taalluk etmiş olur. Tazminatını ödemesinin sebebi işte budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

9- Zekatın islam Devlet Başkanına Verilmesi ve Kişinin Kendisi Tarafından Bizzat Ödenmesi:

 

Eğer İman (İslam Devlet Başkanı) zekatı alıp harcamakta adaletli davranıyor ise, mal sahibinin ister nakit parada, ister başkalarında olsun zekatı bizzat hak sahiplerine vermeyi üstlenmesi caiz değildir. Nakit paranın zekatını, sahiplerine zekat verecek kişi ödeyebilir de denilmiştir.

 

İbnu'l-Macişun der ki: Bu, zekatın özel olarak fakir ve yoksullara (miskinlere) verilmesi halinde caizdir. Şayet zekatın bunların dışındaki sınıflara harcanmasına ihtiyaç varsa, o kimselere imamdan başka hiçbir kimse zekat dağıtmaz.

 

Bu bölümün diğer meseleleri oldukça fazladır. Ana konularını bu açıkladıklarımız teşkil etmektedir.

 

10- Zekat Toplama Memurları:

 

Yüce Allah: "Onu toplamakla görevlendirilenlere" buyruğu ile imamın bu konuda vekalet vermek suretiyle zekat tahsil etmek üzere gönderdiği zekat toplayıcılarını kastetmektedir. Buhari, Ebü Humeyd es-Saidi'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.) Esd (Ezd de denilir) lilerden, İbn el-Lutbiyye diye bilinen bir kimseyi Süleymoğullarının zekatını toplamak üzere gönderdi. Dönüp geldiğinde Hz. Peygamber onunla hesaplaştı.

 

İlim adamları zekat tahsildarlarının alacakları miktar hususunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Mücahid ve Şafii, alacakları miktar sekizde birdir, derler.

 

İbn Ömer ve Malik ise, onlara yaptıkları iş kadar ücret verilir, demişlerdir. Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşü de budur. Derler ki: Böyle bir kimse, fakirlerin maslahatı için başka işlerini bırakmış kendisini bu işe vermiştir. O bakımdan böyle bir kimseye ve onun yardımcılarına yetecek miktarı (ücreti) vermek, onlar için tahakkuk eder. Nitekim kadın, kocasının hakkı dolayısıyla başka şeylerle uğraşmadığından dolayı onun ve ona tabi olan bir veya iki hizmetçinin nafakasını karşılamak kocaya ait olur. Bunun sekizde bir diye miktarı tesbit edilemez. Aksine bu konuda -sekizde bir veya daha çok olsun- yeterli olacak miktar muteberdir. Tıpkı hakimin alacağı maaş gibi.

 

Ancak günümüzde yardımcılara da yetecek miktar muteber değildir; çünkü bu katıksız bir israf haline dönüşmüştür.

 

Üçüncü görüşe göre ise, beytü'l-malden ücretleri ödenir. İbnü'I-Arabi der ki: Bu, İbn Ebi Uveys ile Davud b. Said b. Zenbua'nın, Malik b. Enes'den yaptıkları rivayete göre sahih bir görüş olmakla birlikte, delil itibariyle zayıftır. Çünkü şanı Yüce Allah nas ile onların paylarını bize bildirmiş bulunmaktadır. Mantiki kıyaslarla bu nassı nasıl bir kenara bırakabiliriz? Doğru olan onlara verilecek ücret miktarında ictihad yapılabileceğidir. Çünkü önceden de geçtiği üzere, zekatta hak sahibi sınıfların sayılmasına dair ilahi beyan, zekat verileceklerin açıklanması içindir. Zekattan, hak edilen miktarın tesbiti kastıyla değildir.

Zekat tahsildarının Haşimoğullarından olması halinde fukahanın görüşleri farklıdır. Ebu HanIfe, Hz. Peygamberin: "Şüphesiz ki sadaka (zekat) Muhammed aline helal değildir. Çünkü o, insanların pislikleridir" hadisi dolayısıyla bunu caiz kabul etmez. Çünkü bu da bir bakıma bir sadakadır. Çünkü tahsildara verilen ücret sadakanın bir bölümüdür. O bakımdan Resulullah (s.a.v.)'ın akrabalarını, insanların mallarının kirlerini temizleyen bu bölümden tenzih etmek ve onların şereflerini her bakımdan korumak kastıyla bu ücret de her yönüyle sadaka gibi kabul edilir.

 

Malik ve Şafii ise, Haşimoğullarına mensup birisinin zekat tahsildarlığı yapmasını caiz kabul ederler ve böyleSine yaptığı işin ücreti verilir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Ali b. Ebi Talib'i zekat tahsildarı olarak gönderdiği gibi, Yemen'e de zekat tahsildarı olarak onu göndermiştir. Haşimoğullarından da bir topluluğu bu maksatla görevlendirdiği gibi, ondan sonraki halifeler de aynı şekilde onları görevlendirmişlerdir Çünkü bu maksatla görevlendirilen bir kimse mübah olan bir işi yapmak üzere ücretle tutulan birisidir Dolayısıyla bu hususta diğer sebepleri de nazar-ı itibara alarak Haşimi olan ile olmayanın eşit tutulması gerekmektedir

 

Hanefiler ise derler ki: Hz, Ali ile ilgili olarak nakledilen hadiste Hz, Ali'ye zekattan bir pay verildiğine dair bir ifade yoktur, Eğer (Haşimoğullarına mensup olan) o kimseye zekatın dışındaki bir maldan ücret verilirse bu caiz olur, Bu görüş Malik'ten de rivayet edilmiştir

 

11- Zekat Tahsildarlığı Dışındaki Dini Görevler ve Bunlar için ücret Almak:

 

Yüce Allah'ın: "Onu toplamakla görevlendirilenlere" buyruğu, zekat toplamak, katiplik, kassam (şayi' hisseli malları paylaştıran), aşir (ticaret mallarından öşür alan kimse) ve bunların dışında kalan farz-ı kifaye kabilinden olan işleri yapan her bir kimsenin bu işine karşılık ücret almasının caiz olduğuna delil teşkil etmektedir Namaz kıldırmak için imamlık da bu kabildendir Çünkü namaz, her ne kadar bütün mükelleflere yönelik bir emir ise de onlardan birisinin imamlık yapmak üzere öne geçirilmesi farz-ı kifayedir O bakımdan ona karşılık ücret almanın caizliği hususunda şüphe bulunmamaktadır İşte bu bahsin asıl delili de budur, Nitekim Peygamber (s.a.v.) da: "Hanımlarımın nafakasından ve amillerimin ücretlerinden sonra artıp geride bıraktığım ne varsa o sadakadır" buyruğu ile buna işaret etmektedir Bu açıklamaları İbnü'I-Arabi yapmıştır

 

12- Kalpleri Alıştırılmak istenenler:

 

"Kalpleri alıştırılmak istenenler"den zekatın paylaştırılmasının sözkonusu edildiği bu ayetteki: "Kalpleri alıştırılmak istenenlere ... " buyruğundan başka bir yerde Kur'an-ı Kerim'de, söz edilmemektedir

 

Kalpleri İslam'a alıştırılmak istenenler, İslam'ın ilk dönemlerinde müslüman olduğunu açığa vuranlar arasından yakinlerinin zayıflığı dolayısıyla zekattan kendilerine bir pay verilmek suretiyle İslam'a ısındırılmak istenen bir kesim idi,

 

ez-Zühri der ki: Kalpleri alıştırılmak istenenler, zengin dahi olsa İslam'a giren yahudi veya hristiyan kimselere denilir Müteahhir alimlerden kimisi de şöyle demektedir: Bunların nitelikleri hususunda görüş ayrılığı vardır Bunlar, İslam'a alıştırılıp ısındırılmak maksadıyla kendilerine birşeyler verilen kafirlerden bir gruptur. Ve bunlar, genelde baskı ve kılıç zoruyla müslüman olmamakla birlikte, bağış ve ihsanlarla İslam'a giren gençlerdi, denildiği gibi, şöyle de denilmiştir: Bunlar, zahiren İslam'a girmiş, fakat kalplerinde kesin kanaat hasıl olmamış bir topluluktur. İslam kalplerinde iyice yer etsin diye kendilerine (zekattan) bir miktar verilen bir topluluktur.

 

Bir diğer görüşe göre bunlar, kendilerine tabi olunan müşriklerin büyükleridirler. Onlara uyan kimselerin İslam'a ısındırılmaları kastıyla onlara birşeyler verilirdi. (Bu, müteahhir ilim adamı) der ki; Bu görüşler birbirlerine yakındır. Hepsinden maksat da, müslümanlığı gerçek anlamıyla ancak kendisine yapılacak bağış ile iyice yerleşen kimselere birşeyler vermektir. Bu, sanki bir çeşit cihadı andırmaktadır.

 

Müşrikler de üç sınıftır. Bir bölüm, kendisine karşı delil ortaya konulması suretiyle, bir bölüm yenik düşürülmek ve kahredilmek suretiyle, bir bölümü de kendisine iyilik yapılması ile şirkinden döner. Müslümanların işlerine nezaret eden imam ise, her bir bölüme karşı o kimsenin küfürden kurtarılması ve kurtuluşuna sebep teşkil edecek uygulamada bulunur. Müslim'in Sahih'inde Enes'den rivayet edildiğine göre Rasülullah (s.a.v.) Ensar'a şöyle demişti: "Ben, henüz küfürden yeni çıkmış bir takım kimselere onları (kalplerini İslam'a) ısındırmak kastıyla birşeyler veriyorum ...''

 

İbn İshak der ki: Hz. Peygamber bunlara, hem kendilerini İslam'a alıştırmak, hem de kavimlerinin de onlar vasıtasıyla İslam'a alışmasını sağlamak kastıyla birşeyler vermişti. Bunlar şerefli, soylu kimseler idi. (Mesela), Ebu Süfyan b. Harb'e yüz deve, oğluna yüz deve, Hakim b. Hizam'a yüz deve, el-Haris b. Hişam'a yüz deve, Süheyl b. Amr'a yüz deve, Huveytıb b. Abdiluzza'ya yüz deve, Safvan b. ümeyye'ye yüz deve vermiştir. Aynı şekilde Malik b. Afv ile el-Ala b. Cariye'ye de yüz deve vermiştir. İşte bunlar (kendilerine yüz deve verilen) "Ashabu'l-Miin" diye anılan kimselerdir. Kureyşten bir takım kimselere de yüz deveden daha az bağışta bulunmuştur ki, Mahreme b. Nevfel ez-Zühri, Umeyr b. Vehb el-Cumahi, Hişam b. Amr el-Amiri bunlardandır. İbn İshak (devamla) der ki: Bunlara ne kadar verdiğini bilemiyorum. Said b. Yerbu'a elli deve, Abbas b. Mirdas es-Sülemi'ye de az sayıda develer vermişti. Bundan dolayı öfkelenen Abbas, bu hususta şu (anlamdaki) şiiri söylemişti:

 

"Geniş ve sert yerde, taylar üzerinde hücumun ile telafi ettiğin bir talandı. Ve ben, kavmi uyumasınlar diye uyandırırdım; insanlar uyuduğunda uyumadım.

 

Benim talanım ile (atım) el-Ubeyd'in (sırtındaki) talan; Uyeyne ile el-Akra arasında payedildi.

 

Ve ben savaşta korkusuzca hücum eden bir kimse idim. Ama ne bana birşey verildi, ne de benden birşeyalındı.

 

Ancak bana küçük birkaç deve verildi, dört ayağı sayısınca. Ne Hısn, ne Habis toplanma yerinde (babam) Mirdas'a üstün değillerdi. Hem ben, onlardan herhangi birisinden de aşağı değildim. Ve bugün sen kimi alçaltırsan artık bir daha o kimse yüceltilemez."

 

Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.): "Gidin de onun bana karşı uzayan dilini kesiniz" diye buyurdu. Bunun üzerine hoşnut olana kadar ona da bağışta bulunuldu. Bu, onun dilinin kesilmesi demekti.

 

Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Kalpleri İslam'a alıştırılmak istenenler arasında en-Nudayr b. el-Haris b. Alkame b. Kelede de zikredilmiştir. Bu ise, Bedir'de öldürülen en-Na dr b. el-Haris'in kardeşidir. Başkaları ise onu Habeşistan'a hicret eden kimseler arasında zikretmişlerdir. Eğer Nudayr, Habeşistan'a hicret eden kimseler arasında ise, kalbi İslam'a alıştırılacak kimselerden olmasına imkan yoktur. Habeşistan'a hicret eden kimse ilk muhacirlerden olup imanın kalbinde sağlam yer ettiği ve imanı uğrunda çarpışan kimselerdendir. Böyle bir kimse imanı kalbinde sağlam yer etsin diye alıştırılacak kimselerden olamaz.

 

Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Rasülullah (s.a.v.), Malik b. Avf b. Sa'd b.

Yerbü' en-Nasri'yi Kays kabilelerinden olup, kavminden müslüman olan kimselerin zekatını toplamak üzere gönderdi ve Sakiflilere baskın yapmasını emretti. O da emredileni yaptı ve onları oldukça sıkıştırdı. Kalpleri İslam'a ısındırılanlar da güzel bir şekilde İslam'a bağlandılar. Ancak, Uyeyne b. Hısn bu hususta zan altında kalmaya devam etti. Diğer kalpleri İslam'a alıştırılanlar arasında fazilet bakımından farklılıklar vardır. Onlardan kimisi hayırlı ve fazileti ittifakla kabul edilmiş üstün bir kimsedir. Haris b. Hişam, Hakim b. Hizam, İkrime b. Ebi Cehil ve Süheyl b. Amr gibileri. Kimileri de bunlardan daha aşağı derecededirler. Zaten Yüce Allah peygamberleri de, diğer mü'min kullarını da kimini kiminden üstün kılmıştır. O, bunların halini en iyi bilendir. Malik der ki: Bana ulaştığına göre Hakim b. Hizam daha sonraları kalbi İslam'a alıştırılmak istenenlerden birisi olarak Peygamber (s.a.v.)'ın kendisine, verdiklerini çıkartıp sadaka olarak dağıtmıştır.

 

Derim ki: Hakim b. Hizam ile Huveytıb b. Abduluzza'nın her birisi yüzyirmi yıl yaşadı. Bunların altmış yılını cahiliye döneminde, altmış yılını da İslam döneminde yaşadılar. Ben, imam hocamız hafız Ebu Muhammed Abdulazim'i şöyle derken dinledim: Ashab-ı Kiramdan iki kişi vardır ki bunlar, cahiliye döneminde altmış yıl, İslam olarak da altmış yıl yaşamışlar ve Medine'de hicretin 54. yılında vefat etmişlerdir. Bunlardan birisi Hakim b. Hizam'dır. Hakim b. Hizam, fil yılından onüç yıl önce Ka'benin içinde dünyaya gelmiştir. İkincisi ise Ensardan Hassan b. Sabit b. el-Münzir b. el-Haram'dır. Bunu, ayrıca Ebu Ömer ile Osman eş-Şehrezuri ''Kitabu Ma'rifeti Envai ilmi'l-Hadis"(İbn Salah Mukaddimesi diye bilinir) adlı eserinde de zikretmekte ve bundan başka kimseyi sözkonusu etmemektedirler.

 

Huvaytıb (b. Abduluzza)'yı, Ebu'l-Ferec el-Cevzi "el-Vefa fi Şerefl'l-Mustafa" adlı eserinde zikrettiği gibi; Ebu Ömer de Huvaytıb'ı ''Kitabus-Sahabe (el-istiab)"adlı eserinde zikrederek altmış yaşında iken müslüman olduğunu ve yüzyirmi yaşında vefat ettiğini nakletmektedir. Ayrıca Ebu Ömer, Abdurrahman b. Avf'ın kardeşi Hamnen b. Avf'ın da müslüman olarak altmış yıl, daha önce cahiliye döneminde de (müslüman olmadan önce) altmış yıl yaşadığını sözkonusu eder.

 

Kalpleri İslam'a alıştırılmak istenenler arasında Muaviye ile babası Ebu Süfyan b. Harb da sayılmıştır. Muaviye'nin onlardan sayılması uzak bir ihtimaldir. Peygamber (s.a.v.) onu vahiy katipliği, vahyin okunması için emin görmüş ve onunla oturup kalkmış iken nasıl onlar arasında sayılabilir ki? Hz. Ebu Bekir'in halifeliği dönemindeki hali ise bundan daha ünlü ve daha açıktır. Babasının, kalbi İslam'a alıştırılmak istenenlerden olduğunda söylenecek bir söz yoktur. Kalpleri İslam'a alıştırılacak kimselerin sayıları hususunda farklı kanaatler vardır. Özetle bunların hepsi mü'min idiler ve az önce de geçtiği gibi aralarında kafir bir kimse yoktu. Yüce Allah en iyi bilen ve hükmü en sağlam olandır.

 

13- Kalpleri Alıştırılmak istenenler Sınıfı Kalıcı mıdır?

 

İlim adamları, bu sınıfa mensupların kalıcılığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Ömer, el-Hasen, eş-Şafii: ve başkaları: İslam'ın güçlenmesi ve üstünlük sağlaması ile bu kesimin ardı arkası kesilmiştir, derler. Malik'in ve rey sahiplerinin meşhur görüşü de budur.

Hanefi alimlerinden bazısı da şöyle demektedir: Allah İslam'ı ve müslümanları aziz kılmış, buna karşılık kafirlerin de -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- ardı arkasını kesmiştir. Sahabe-i kiram da -Allah hepsinden razı olsunEbu Bekir (r.a)'ın halifeliği döneminde bu kesime mensup kimselerin paylarını düştüğü hususunda icma etmişlerdir.

 

İlim adamlarından bir grup da şöyle demektedir: Bu sınıf kalıcıdır. Çünkü imam kimi zaman bazı kimseleri İslam'a alıştırıp ısındırmak ihtiyacını duyabilir. Hz. Ömer'in, onların payını sona erdirmesi dinin güçlenmiş olduğunu görmesinden dolayıdır.

 

Yunus der ki: Ben, ez-Zühri'ye bunlara dair sordum da şöyle dedi: Ben bu hususta bir nesh olduğunu bilmiyorum. Ebu Cafer en-Nehhas da der ki:

 

Buna göre bu hüküm onlar hakkında sabittir. Eğer herhangi bir kimsenin kalbinin ısındırılmasına gerek duyulur ve ondan yana müslümanlara bir zarar gelmesinden korkulur yahut daha sonra İslam'a güzelce bağlanacağı umut edilirse ona da birşeyler verilir.

 

Kadı Abdu'l-Vehhab der ki: Bazı zamanlarda onlara gerek duyulacak olursa zekattan onlara pay verilir. Kadı İbnü'l-Arabi de der ki: Benim görüşüme göre eğer İslam güç kazanmışsa bu pay sahipleri de yok kabul edilir. Şayet onlara gerek duyulursa o takdirde Rasülullah (s.a.v.)'ın bunlara verdiği gibi payları verilir. Çünkü es-Sahih (i Müslim) de Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "İslam garip başladı ve başladığı gibi (garip olarak) avdet edecektir.''

 

14- Kalpleri islam'a Alıştırıimak istenenlere Pay Verilmeyecek Olursa ...

 

Kalpleri İslam'a ısındırılacak olanlara paylarının verilmeyeceğini kabul edersek, şu husus ortaya çıkar: Onların payları ya diğer sınıflara, yahut imamın uygun göreceği yere verilir. ez-Zühri, paylarının yarısı mescidleri imar edenlere verilir demektedir.

 

İşte sözü geçen bu sekiz sınıfın zekatın harcanacağı sınıflar olduğunu, yoksa eşit oranda pay sahibi olmadıklarını ortaya koymaktadır. Eğer bu sınıflar eşit pay sahibi olsalardı, (İslam'a alıştırılmak istenenlerin) düşmesi suretiyle paylarının da düşmesi ve kendilerinden başka kimselere verilmemesi gerekirdi. Nitekim bir kimse muayyen bir topluluğa vasiyette bulunacak olup da onlardan herhangi birisi ölecek olursa, onun payı aralarından kalanlara geri dönmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

15- Kölelerin Payı:

 

Yüce Allah'ın: "Kölelere" buyruğu, kölelerin azad edilmesine ... anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbas ve İbn Ömer yapmışlardır ki, Malik'in ve diğerlerinin de görüşü budur. Buna göre imamın, zekat malından müslümanlar adına azad etmek üzere bir takım köleler satın alması caizdir. Bu kölelerin vela hakkı müslüman cemaata ait olur. Eğer zekatı ödeyecek kişinin kendisi köleleri satın alıp azad ederse bu da caiz olur. Malik'in mezhebinden çıkartılan sonuç budur. Bu görüş, İbn Abbas ve el-Hasen'den rivayet edilmiştir. Ahmed, İshak ve Ebu Ubeyd de bu görüştedir.

 

Ebu Sevr şöyle demektedir: Zekatı ödeyecek kişi vela bağının kendisine ait olması menfaatini sağlamak suretiyle tek bir köle dahi satın alamaz. Şafii'nin, rey ashabının ve İmam Malik'ten bir rivayete göre Malik'in de görüşü budur.

 

Sahih olan birinci görüştür. Çünkü Yüce Allah: "Kölelere" diye buyurmaktadır. Kölelere zekattan bir payolduğuna göre, zekat verecek şahsın bir köle satın alıp azad etme hakkı da vardır. Bir kimsenin (zekattakü Allah yolunda payından (olmak üzere) bir at satın alıp onun üzerinde yük taşıyabileceği hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Bir kimsenin zekattan bütünüyle bir at satın alma hakkı olduğuna göre, bütünüyle bir köle satın alabilmesi de caiz olur ve bunlar arasında bir fark yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

16- Zekat Malından Satın Alınan Kölenin Vela Hakkı Kime Aittir:

 

Yüce Allah'ın: "Kölelere" buyruğu vela hususunda asli bir delildir. Malik der ki: Burada sözkonusu edilen azad edilip de vela hakkı müslümanlara ait olan köledir. İmam tarafından böyle bir köle azad edilecek olursa yine hüküm böyledir. Peygamber (s.a.v.); vela hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Vela, neseb bağı gibi bir bağdır. Ne satılır, ne de hibe edilir.'' Bir başka hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Vela (hakkı) azad edene aittir.''

 

Kadınlar da vela hakkından herhangi bir şeyi miras alamazlar. Çünkü Hz.

Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınlar veladan hiçbir şeyi miras alamazlar. Ancak, kendilerinin azad ettikleri yahut da kendilerinin azad ettiklerinin azad ettikleri (kimselerin velası) müstesnadır.''

 

Peygamber (s.a.v.) Hz. Hamza'nın kızına vela hakkına sahip olduğu bir kimsenin (azadlısının) mirasının, yarısını azad ettiği bu kölenin kızına da öbür yarısını vermiştir. Azad eden kimse eğer erkek ve kız çocuklar bırakacak olursa, vela hakkı çocukları arasında sadece erkeklere ait olur. Bu, ashab-ı kiramın icma ile kabul ettiği bir husustur. Vela, ancak katıksız asabe yoluyla miras alınır. Kadınlar için ise asabelik sözkonusu değildir. O bakımdan kadınlar vela yoluyla hiçbir şeyi miras alamazlar. Bu meseleyi kavrayan hakka isabet eder.

 

17- Mükateb'e Zekattan Yardım Edilebilir mi?

 

Mükateb'e zekattan yardım edilir mi hususunda, farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre yardım edilmez. Bu görüş Malik'ten rivayet edilmiştir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Rakabe: Köle"yi sözkonusu etmesi, onun tam anlamıyla köle azad etmeyi kastettiğini göstermektedir. Mükateb ise, aslında üzerinde borç olarak bulunan mükatebe bedeli dolayısıyla "borçlular"ın kapsamı içerisine girmektedir. O "köleler" kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Yine Malik'ten, Medineliler ile Ziyad'ın, ondan rivayetine göre şöyle dediği nakledilmiştir: Mükateb olan kimseye kitabet bedelinin son taksidinde onu azad etmesini sağlayacak şekilde yardım olunur. Yüce Allah'ın: "Kölelere" buyruğunun te'vili hususunda ilim adamlarının çoğunluğu da bu görüştedir. İbn Vehb, Şafii, Leys, Nehai ve başkaları da bu görüştedirler. Ali b. Musa el-Kummi el-Hanefi, ''Ahkam"ında (Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde) şunu nakletmektedir: İlim adamları mükateb'in kastedildiği hususunda icma etmişler, ancak köle azad edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

 

el-Kiya et-Taberi ise şöyle demektedir: (el-Kummi) bunun men'i hususunda açıkladığı bir şekilde sözkonusu ederek şöyle demektedir: Köle azad etmek bir mülkiyeti iptal etmektir. Temlik değildir. Mükateb'e verilen mal ise bir temliktir. Temlik sözkonusu olmadıkça da yerini bulmaması sadakanın (zekatın) özelliklerindendir. O, bu görüşünü şununla da pekiştirmektedir: Bir kimse, zekattan borca batmış kimsenin adına onun isteği olmaksızın borcunu ödemek üzere bir miktar verecek olursa, temlik olmadığından dolayı bu geçerli olmaz. O halde köle azad etmekte zekat diye verilecek malın zekat olmaması öncelikle sözkonusudur. Köle azadı hususunda şunu da zikreder:

 

Bir kimse (zekat malıyla) köle azad etmek suretiyle vela faydasını kendisine sağlamış olur. Mükatebe vermesi halinde ise böyle birşey tahakkuk etmez. Yine onun naklettiğine göre bir kimse eğer kölenin bedelini kölenin kendisine ödeyecek olursa, köle bu bedele malik olamaz. Şayet efendisine bu bedeli ödeyecek olursa, bu sefer köle azad etmeyi de ona temlik etmiş olur. Eğer satın alıp azad etmekten sonra bu miktarı ödeyecek olursa, bu durumda da bir borcu ödemiş olur. Bunların hiçbirisi zekatta yerini bulamazlar.

 

Derim ki: Bizim sözünü ettiğimiz hem köle azad etmenin, hem de mükatebe yardımcı olmanın caiz oluşuna açıkça delalet eden bir hadis-i şerif varid olmuştur ki, bunu Darakutni, el-Bera'dan rivayet etmiştir. el-Bera dedi ki: Bir adam Peygamber (s.a.v.)'a gelip şöyle dedi: Beni cennete yakınlaştıracak, cehennemden de uzaklaştıracak bir ameli bana göster. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Andolsun ki, her ne kadar sözlerin kısa ise de sorduğunun kapsamı oldukça geniştir. O halde sen canlı olan (köle) yi azad et ve Rakabeyi (kölelikten) kurtar." Bunun üzerine adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasülü, bunlar aynı şeyler değil midir? Hz. Peygamber: "Hayır, canlı olanı azad etmek senin bir köleyi tek başına hürriyetine kavuşturmandır. Köleyi kurtarmak ise, onun bedelinin ödenmesinde (mükatebesinde) yardımcı olmandır" diye buyurdu. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü nakletti.

 

18- Zekat Malından Esirler Kurtarılabilir mi?:

 

Zekat malından esirlerin kurtarılması hususunda (fukahanın) farklı görüşleri vardır. Esbağ, caiz değildir demektedir. İbnü'l-Kasım'ın görüşü de budur.

 

İbn Habib ise caizdir, der. Çünkü esir de kölelik yoluyla mülk edinilmiş bir kimsedir. Böylelikle esir, kölelikten hürriyete kavuşturulmuş olur. Hatta bu, bizim elimizde bulunan kölelerin kurtarılmasından daha yerinde ve daha hakka uygundur. Çünkü müslüman bir köleyi müslüman bir kimsenin köleliğinden kurtarmak için zekattan bir pay ayırmak ibadet ve caiz olduğuna göre, müslüman bir kimseyi kafire kölelik ve zilleti altından kurtarmak için zekat malının verilmesi daha uygun ve daha bir layıktır.

 

19- Borçlular:

 

Yüce Allah'ın: "Borçlulara" buyruğunda sözü edilenler, borcun altına girmiş ve yanlarında bu borçlarını ödeyecek malları bulunmayan kimseler demektir. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bir kimse günahkarlık uğrunda borca girmiş ise, ona tevbe edinceye kadar zekattan da birşey verilmez, başka bir mal da verilmez. Yalnızca, malı bulunmakla birlikte borcu malının tamamını kuşatmış (ve aşmış) olan kimseye borcunu ödeyecek miktar verilir.

 

Eğer hiçbir malı bulunmamakla birlikte borcu bulunan bir kimse ise, böyle bir kişi hem fakirdir, hem borçludur. Ona, bu iki niteliği dolayısıyla da zekat verilir.

Müslim, Ebu Said el-Hudri'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasülullah (s.a.v.)'ın döneminde bir adamın satın aldığı nahsullere bir felaket geldi, o bakımdan borcu çoğaldı. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.): "Ona tasaddukta bulununuz" diye buyurdu. İnsanlar ona tasaddukta bulundu, fakat verilen bu sadakalar borcunu ödeyecek miktara ulaşmadı. Bu sefer Resulullah (s.a.v.) onun alacaklılarına: "Artık bulduğunuzu alınız ve sizin bundan başka alacak birşeyiniz yoktur'" diye buyurdu.

 

20- Arayı Düzeltmek ve iyilik Maksadıyla, Kefalet ve Benzeri Yollarla Mali Yükümlülükler Altına Girene de Zekattan Pay Verilir mi.?:

 

Arayı düzeltmek ve iyilik maksadıyla, bir takım yükümlülükler altına girmiş kimseye eğer bu yükümlülükleri ödemesi icab etmiş olup ödemek durumunda olduğu bu mali yükümlülükler onun servetinin tümünü alıp götürüyor ise, buna da tıpkı borçlu gibi zekattan yüklendiği bu yükümlülükleri ödeyecek kadarı -zengin dahi olsa- verilebilir. Bu, Şafii'nin, arkadaşlarının, Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin de görüşüdür. Bu görüşü kabul edenler Kabisa b. Muharik'in hadisini delil gösterirler.

 

Kabisa der ki: Ben kefalet yoluyla bir maddi yükümlülüğün altına girdim.

Peygamber (s.a.v.)'a gidip bu hususta ondan yardım istedim, şöyle buyurdu:

"Zekat (malları) bize gelinceye kadar dur da sana ondan verilmesi için emir verelim. -Sonra şöyle buyurdu-: Ey Kabisa, dilenmek ancak üç kişiden birisi ise bir kimseye helal olur: Eğer bir kişi başkaları adına kefil olup maddi bir yük altına girmiş ise, bunu elde edinceye kadar o kimse için dilenmek helal olur. Daha sonra dilenmeyi bırakır. (İkincisi), malının tümünü götüren bir musibete düçar olan kimseye de hayatını ayakta tutacak kadar -veya: Maişetini ge diğini kapatacak kadar diye buyurdu- bir miktar elde edinceye kadar dilenmesi helal olur. (üçüncüsü), kavminden akıl sahibi kimselerden üç kişi kalkıp da: Filan kişiye gerçekten yoksulluk isabet etti, diyecek kadar fakir düşen bir adama da dilenmek helal olur. Bunun da maişetini ayakta tutacak miktarı elde edinceye -yahut da geçiminin gediğini kapatacak miktarını elde edinceye kadar diye buyurdu- kadar dilenmesi helal olur. Bunların dışındaki dilencilik ise ey Kabisa, kişinin haram olarak yediği bir haramdır. ''

 

Hz. Peygamber'in: "Sonra bu dilencilikten vazgeçer" ifadesi, böyle bir dilenmede bulunacak olunan zengin oluşuna delildir. Çünkü fakir, dilenmekten vazgeçmekle yükümlü değildir, doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

Yine Hz. Peygamber'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Dilencilik (bir kimseye) ancak üç kişiden birisi olması halinde helal olur. Kişiyi yerde süründürecek kadar fakir düşmüş, yahut aşırı derecede borç sahibi veya can acıtacak bir kanın sahibi (kısas uygulanmaması için diyet ödemek zorunda bulunan) kimse.''

 

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır; Zekat, hiçbir zengine helal değildir. Ancak, beş kişi müstesna ... " diye buyurduğuna dair rivayet edilen hadis de ileride gelecektir.

 

21- Zekattan Ölenin Borçları Ödenir mi?:

 

Zekattan, ölmüş kimsenin borçlarının ödenip ödenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife der ki: Ölen bir kimsenin borcu zekattan ödenmez. İbnü'I-Mevvaz'ın görüşü de budur. Yine Ebu Hanife der ki; üzerinde keffaret borcu ve buna benzer Yüce Allah'ın haklarından bir hak bulunan kimseye de zekattan verilmez. Çünkü, ancak ödememesi halinde hapsedilmesini gerektirecek bir borcu bulunan kimseye "borçlu" denilir.

 

Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarımız ve diğerleri derler ki: Ölenin borcu zekattan ödenir. Çünkü böyle bir kimse de borçlulardandır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben, her mü'mine kendi öz canından daha yakınım. Kim bir mal bırakacak olursa, o onun aile halkına aittir. Kim de bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakacak olursa, onun yükümlülüklerini yerine getirmek benim işimdir, bunları ödemek benim üzerimde bir haktır.''

 

22- Allah Yolunda:

 

Yüce Allah'ın: ''Allah yolunda" buyruğunda kastedilenler, gaziler ile ribat yerleridir. Bunlara, zengin veya fakir olsunlar gazalarında yapacakları harcamalar verilir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Malik'in -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- mezhebinden anlaşılan da budur.

 

İbn Ömer der ki: Burada kastedilenler, hacılar ve umre ziyaretini yapanlardır. Ahmed ve İshak'dan rivayete göre onlar; "Allah'ın yolundan kasıt hacdır demişlerdir.

 

Buhari'de de şöyle denilmektedir: Ebu Las'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (s.a.v.) zekat develeri üzerinde hacca gitmek üzere bizi taşıdı. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre kişi, malının zekatından köle azad eder, haccedilmesi için de verir.

 

Ebu Muhammed Abdulğani el-Hafız rivayetle dedi ki: Bize, Muhammed b. Muhammed el-Hayyaş anlattı, bize Ebu Gassan Malik b. Yahya anlattı, bize Yezid b. Harun anlattı, bize Mehdi b. Meymun, Muhammed b. Ebi Yakub'dan haber verdi. Muhammed, Abdurrahman b. Ebi Nu'm'dan -ki, künyesi Ebu'l-Hakem'dir- dedi ki: Abdullah b. Ömer ile oturuyordum. Huzuruna bir kadın gelerek ona şöyle dedi: Abdurrahman'ın babası, benim kocam malını Allah yolunda harcansın diye vasiyet etti. İbn Ömer şöyle dedi: Malı dediği şekilde Allah yolunda harcansın. Ben ona şöyle dedim: Sen, bu kadına soru sorduğu hususta ancak kederini artırmış oldun. Şöyle dedi: Ey Abdurrahman b. Ebi Nu'm, sen bana ne dememi emrederdin? Ben, ona bu malı şu savaşa çıkıyorum deyip de yeryüzünde fesat çıkartan ve yol kesen askerlere vermesini mi emredeydim. Bu sefer ben, şöyle dedim: Peki, ya bu kadına ne yapmasını emredersin? Dedi ki: Ben ona, o malı salih bir topluluğa Allah'ın Haram Beytine haccedenlere vermesini emrediyorum. Çünkü onlar Rahman olan Allah'ın kafilesidirler. Onlar Rahman'ın kafilesidirler, onlar Rahman'ın kafilesidirler. Onlar asla şeytanın kafilesi gibi olmazlar. O, bu sözlerini üç defa tekrarla dı. Ben ona: Abdurrahman'ın babası dedim, ya şeytanın kafilesi ne oluyor? Şöyle dedi: Bunlar şu emirlerin huzuruna girip de onlara insanlar arasında karışıklık çıkarmak kastıyla söz ulaştıran, müslümanlar arasında yalancılığı götürüp getiren, bundan dolayı da kendilerine hediyeler ve bağışlar verilen kimselerdir.

 

Muhammed b. Abdilhakem dedi ki: Savaş araç ve gereçleri, silah ve kendisine ihtiyaç duyulan araçlar, İslam diyarından düşmanın püskürtülmesi için gerekli şeylere zekattan verilir. Çünkü bütün bunlar gaza yoluna ve onun faydasına yapılan harcamalardır. Peygamber (s.a.v.) da alevlenen intikam ve kötülüğü söndürmek maksadıyla Sehl b. Ebi Hasme musibeti dolayısıyla yüz dişi deve vermişti.

 

Derim ki: Bu hadisi Ebu Davud, Beşir b. Yesar'dan rivayet etmektedir. Buna göre Sehl b. Ebi Hasme diye anılan Ensardan birisi, kendisine şunu haber vermiş: Rasülullah (s.a.v.) ona (Sehl'e) zekat develerinden yüz deveyi diyet olarak ödemiş. Yani, Ensar'dan olup Hayber'de öldürülen kişinin diyeti olarak bunu vermiş.

 

İsa b. Dinar dedi ki: Allah yolunda gaza edip de gazası esnasında muhtaç düşmüş, zenginliği ve varlığı yanında bulunmayan bir gazinin zekat alması helaldir. Ancak gaziler arasında olup malı da beraberinde bulunan kimseye zekat almak helal olmaz. Gaziler arasından ancak malı yanında bulunmayan (zengin) kimselerin zekat almaları helal olur. Şafii, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur.

Ebu Hanife ve iki arkadaşı (Ebu Yusuf ve Muhammed) derler ki: Gaziye ancak fakir ve (ya) malına ulaşamayacak halde (zengin) olduğu takdirde zekattan verilir.

 

Ancak bu, nassa, ziyade (fazladan hüküm eklemek) dir. Ebu Hanife'ye göre ise, nassa fazlalık neshdir. Nesh ise ancak ya Kur'an ile veya mütevatir bir haberle olur. Burada ise böyle birşey yoktur. Sahih sünnette bunun aksi rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Zekat, zengine helal değildir. Ancak şu beş kişiye müstesna: Allah yolunda gazaya çıkmış, yahut zekat toplamakla görevli olan, yahut borca batmış, yahut zekat olarak verilen bir şeyi malıyla satın almış bir kimseye, yahut bir kimsenin yoksul bir komşusu bulunup da o da o yoksul komşusuna sadaka verdikten sonra, yoksul (komşusun)dan hediye alan zengin kimse." Bu hadisi Malik, mürsel olarak Zeyd b. Eslem'den, o da Ata b, Yesar yoluyla rivayet etmiştir. Ma'mer ise bunu Zeyd b. Eslem'den, o, Ata b. Yesar'dan, o da Ebu Said el-Hudrı'den, o da Peygamber (s.a.v.)'dan yoluyla merfu' olarak rivayet etmektedir. O halde bu hadis-i şerif ayetin anlamını tefsir etmekte ve bazı zenginler için zekat almanın caiz olduğunu açıklamaktadır. Yine bu hadis, Hz. Peygamber'in: "Zekat zengin bir kimseye de, azaları (gücü kuvveti) yerli yerinde olan kimseye de helal değildir" hadisini de açıklamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in bu buyruğu mücmeldir ve ifade ettiği umumi manası üzere degildir. Diğer hadiste sözü geçen "beş zengin kişi" ile ilgili hadis buna delildir.

 

İbnü'I-Kasım şöyle derdi: Zengin bir kimsenin cihad için kullanmak üzere zekattan alıp da bunu Allah yolunda harcaması caiz değildir. Bu ancak fakir kimse için caiz olur. Yine İbnü'I-Kasım der ki: Borç yükü altında bulunan kimsenin de kendi malını koruyacak şekilde (kendi malından borcunu ödememek için) zekattan bir payalması ve zekattan aldığı bu pay ile -ona ihtiyacı yokken- borcunu ödemeye kalkışması caiz değildir. Gazi, savaşta iken zengin olmakla birlikte malı yanında bulunmuyor ise, muhtaç düşecek olursa, zekattan herhangi bir şeyalmaz, bunun yerine borçlanır. ülkesine ulaştı mı bu borcunu kendi malından öder.

 

Bütün bu hususları İbn Habib, İbnü'l-Kasım'dan nakletmekte ve İbn Nafi' ile başkalarının bu hususta ona muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Ebu Zeyd ve başkaları ise İbnü'l-Kasım'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Gazi, ülkesinde zengin olup beraberinde de gazasında kendisine yetecek kadar malı bulunuyor olsa dahi, ona zekattan bir pay verilir. Sahih olan da budur, çünkü: "Sadaka beş kişi müstesna hiçbir zengine helal değildir..." anlamındaki hadisin zahiri bunu göstermektedir. İbn Vehb'in Malik'ten rivayetine göre, zekattan gazilere ve ribat yerlerine bir miktar verilir. Bunlar ister fakir ister zengin olsunlar farketmez.

 

23- Yolcular:

 

"Yolcular" (anlamı verilen terkip, asıl itibariyle "yol oğlu" anlamındadır) buyruğunda geçen "es-Sebil" yol demektir. Yolcu'nun yola (oğul tabiriyle) nisbet edilmesinin sebebi, onun yoldan ayrılmayışı ve yolun üzerinden geçişinden ötürüdür. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Sevgiye dair sorarsanız bana; sevgi benim, Sevginin oğlu da benim, sevginin kardeşi de, babası da benim."

 

Yolcudan maksat, yolculuğu esnasında ülkesinden, yerleşik bulunduğu yerden ve malından uzak kalıp ona ulaşamayacak durumda olan kişidir. Böyle birisine ülkesinde zengin dahi olsa zekattan bir pay verilir; bu durumdaki kişi, borç almak suretiyle kendisini yükümlülük altına sokmakla mükellef değildir.

 

Malik, ''İbn Suhnun'un Kitab"ında der ki: Eğer kendisine borç verecek kişiyi bulacak olursa, ona zekattan pay verilmez. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Yüce Allah'ın minnet ve lütfunu bulmuş iken böyle bir kimsenin başka herhangi birisinin minneti altına girme sorumluluğu yoktur. Eğer zekat almaya muhtaç etmeyecek kadar bir malı varsa, yolcu olması sebebiyle zekat almasının cevazı hususunda iki rivayet vardır. Meşhur olan rivayete göre ona zekattan birşey verilmez. Şayet alacak olursa, kendi ülkesine ulaştığı takdirde onu geri ödemekle ve başkasına tasadduk etmekle yükümlü değildir.

 

24- Zekat Düşenlerden Olduğunu iddia Edenin Bu iddiası Kabul Edilir mi?:

 

Bir kimse gelip de zekat almaya hak kazandırıcı niteliklerden birisine sahip olduğunu iddia ederse, onun bu iddiası kabul edilir mi, yoksa ona: Söylediğini ispatla mı denilir? Borçlu olduğunu iddia edenin bu iddiasını ispatlaması kaçınılmaz birşeydir. Diğer niteliklere gelince; halinin zahiri o kimsenin durumuna tanıklık eder ve zahir halinin tanıklığı ile yetinilir. Buna delil ise, sahih hadis kitapları sahiplerinin rivayet ettikleri iki hadis-i şeriftir. Kur'an'ın zahirinden de anlaşılan budur.

 

Müslim'in rivayetine göre Cerir, babasının şöyle dediğini nakleder: Sabahın erken saatlerinde Peygamber (s.a.v.)'ın huzurunda idik. Ayakkabıları bulunmayan, siyah beyaz çizgili elbiseleri yahut abaları yırtarak kafalarından geçirip giyinmiş, kılıçlar kuşanmış bir topluluk gördük. Bunların büyük bir çoğunluğu hatta hepsi Mudar'dan idi. Rasülullah (s.a.v.) onlarda gördüğü bu fakirlikten dolayı yüzünün şekli değişti. İçeri girdi, sonra çıktı, Bilal'e emir vermesi üzerine Bilal ezan okudu, kamet getirdi ve namaz kıl(ın)dı. Sonra hutbe irad edip şöyle buyurdu: "Ey insanlar, sizi tek bir candan ... yaratan Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir" (en-Nisa, 1) ayeti ile el-Haşr Süresindeki: ''.. Allah'tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın" (el-Haşr, 18) ayetini okudu. Kimisi dinarından, kimisi dirheminden, kimisi elbisesinden, kimisi sahip olduğu bir sa' buğdaydan sadaka versin -Nihayet: Velevki bir hurmanın yarısı kadar- diye buyurdu. Ensardan bir kişi, nerdeyse taşıyamıyacağı, hatta taşımaktan acze düştüğü bir kese getirdi. Daha sonra ardı arkasına insanlar (getirmeye) devam ettiler. Sonunda yiyecek ve giyecek iki yığın gördüm. Nihayet Rasülullah (s.a.v.)'ın yüzünün altın gibi parıldadığını gördüm. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her kim İslam'da güzel bir yol açarsa, ona onun ecri ve ondan sonra onunla da amel edenlerin ecri -ecirlerinden birşey eksiltilmeksizin- vardır. Herkim İslam'da kötü bir yol açarsa, o kimseye o yolun vebali ve ondan sonra da onunla amel edenlerin vebali -onlardan hiçbir kimsenin vebalinden de birşey eksiltilmeksizin- vardır."

 

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber onların hallerinin zahiri ile yetinerek sadaka vermeye teşvik etti, onlardan buna dair herhangi bir delil istemedi. Yanlarında bir mal var mıdır yok mudur diye de soruşturmadı.

 

Abraş, kel ve kör'e dair Müslim'in ve başkalarının rivayet ettiği hadis de buna benzemektedir. Sözü geçen bu hadisin lafzı şöyledir: Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o, Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "İsrailoğulları arasında bir abraş, bir kel ve bir kör vardı. Allah, onları sınamak istedi. Onlara bir melek gönderdi. Melek abraş'ın yanına vardı ve ona, en çok sevdiğin şey nedir diye sordu, o da: Güzel bir ten rengi, güzel bir ten ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin giderilmesi. Melek, onu bir sıvazladı ve onun bu tiksinti veren hali gidiverdi, ona güzel bir ten regi, güzel bir ten verildi. Melek ona: Ençok sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, o da, deve -veya inek türü- dedi. (Şüphe hadis ravilerinden İshak'a aittir). -Ancak ya abraş veya kel, onlardan birisi deve, diğeri de inek dedi.- Bunun üzerine o kimseye on aylık hamile bir dişi deve verildi, Allah bu devede sana bereket ihsan etsin, dedi.

 

Daha sonra (melek), kel'in yanına gitti. Ençok sevdiğin nedir diye sorunca kel: Güzel bir saç ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin benden gitmesidir. Melek onu bir sıvazladı ve onun bu hali gitti, ona güzel bir saç verildi. (Melek) dedi ki: Ençok hangi malı seversin? O, ineği deyince, ona gebe bir inek verildi. Allah bunu sana mübarek kılsın, dedi.

 

Sonra ama 'ya gitti. Ençok sevdiğin şey nedir diye sorunca ama, Allah'ın görmemi bana geri vermesi ve böylelikle insanları görmektir deyince, onu bir sıvazladı, Allah da ona görmesini iade etti. Ona, en sevdiğin mal hangisidir diye sorunca, koyun dedi. Bunun üzerine ona doğumu yakın bir koyun verildi.

 

Önceki iki kişinin deve ve ineği yavruladı, berikinin koyunu da doğurdu. Birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu ineği, diğerinin de bir vadi dolusu koyunları oldu.

 

Daha sonra o melek abraş'a eski suret ve kılığında gelerek; ben yoksul bir adamım. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Artık bugün ancak Allah sayesinde ve senin yardımın ile yerime ulaşabilirim. Senden, sana şu güzel rengi, şu güzel teni ve şu malı verenin hakkı için bu yolculuğumda üzerine binerek yerime ulaştıracak bir deve istiyorum deyince, abraş ona: Haklar çoktur diye cevap verdi.

 

Melek ona, ben seni tanıyor gibiyim. Sen daha önce insanların kendisinden tiksindiği abraş ve fakir bir kişi iken Allah sana (daha sonra bunca malı) vermişti değil mi? Abraş, hayır ben bu malı babadan, atadan miras aldım, dedi. Bu sefer melek, eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün dedi. Daha sonra kel adamın yanına eski suretinde giderek ona da önceki ne söylediğinin benzerini söyledi, o da öncekinin verdiği cevabı buna verdi, bu sefer melek: Eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün, dedi.

Nihayet ama'ya önceki suret ve şeklinde gitti ve: Ben yoksul bir adamım.

 

Yolda kaldım. Bu yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün yerime ancak Allah'ın lütfuyla, ondan sonra da senin yardımınla ulaşabilirim. Sana görmeni geri verenin hakkı için senden bu yolculuğumda beni yerime ulaştıracak bir koyun istiyorum, dedi. Kör dedi ki: Ben de önceleri kördüm. Allah bana görmemi geri verdi. İstediğini al, istediğini bırak. Allah'a yemin ederim, bugün ne alırsan Allah için ondan dolayı sana zorluk çıkarmayacağım. Bu sefer melek ona: Malını tut. Sizler sınandınız. Senden razı olundu, iki arkadaşına ise gazap edildi diye cevap verdi."

 

İşte bu, fakirliğinden ayrı olarak çoluk çocuk sahibi olduğunu veya başka bir durumda olduğunu iddia edecek olursa, onun bu hali -güç yetirilirse durumu açığa çıkartılır diyenlerin aksine- açığa çıkartılmaya çalışılmaz. Çünkü hadiste: "Ben yoksul bir adamım ve yolcuyum, senden bir koyun istiyorum" denilmekte, buna karşılık yolcu olduğunu ispatlamakla onu mükellef tuttuğundan söz edilmemektedir. Ancak mükateb olduğunu iddia eden bir kimseden, mükateb olduğunu ispatlaması istenir. Çünkü, hürriyeti tesbit edilinceye kadar kölede asl olan köleliktir.

 

25- Zekatın Verilemeyeceği Kimseler:

 

Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimselere zekattan birşeyler vermesi caiz değildir. Nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseler; anne-baba, çocuk ve hanımıdır. Eğer imam bir adamın zekatını, adamın kendi çocuğuna, babasına ve zevcesine verecek olursa caiz olur. Ancak, kişinin bunu bizzat kendisinin vermesi caiz değildir. Çünkü kişi, bu şekilde bir ödemede bulunmakla kendisi üzerinde farz olan bir şeyi ıskat etmiş olur.

 

Ebu Hanife der ki: Kişi zekatını, oğlunun oğluna da, kızının kızına da veremez. Yine kendisiyle mükatebede bulunmuş kölesine de, müdebberine de, umm veledine de, yarısını azad etmiş olduğu köleye de zekattan bir şey veremez. Çünkü kişi, fakirin ihtiyacını gidermek suretiyle malı Allah için çıkartıp vermekle emrolunmuştur. Mülkiyeti altında bulunan bu tür kimseler ile kendisi arasında ortak menfaatler vardır. İşte bundan dolayı bunların birbirleri lehine şahidlikleri de kabul edilmez. (Ebu Hanife) der ki; Mükatep, üzerinde ödemekle yükümlü olduğu bir dirhem kaldığı sürece bir köledir. Çünkü bunu ödemekten aciz kalabilir, o durumda mükatebin kazancı efendisinin olur. Ebu Hanife'ye göre bir bölümü azad edilmiş olan köle de mükatep seviyesindedir. İki arkadaşı Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise, üzerinde borç bulunan bir hür durumundadır, o bakımdan ona zekat verilmesi caiz olur.

 

26- Nafakalarını Sağlamakla Yükümlü Olmadığı Yakınlara Zekat Vermek:

 

Zekatını nafakalarını sağlamakla yükümlü olmadığı kimselere verenin durumu hakkında farklı görüşler vardır. Kimisi bunu caiz kabul ederken, kimisi bunu mekruh görmektedir. Malik, minnet altında kalma korkusu vardır, demiştir. Mutarrif'in de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Malik'i, zekatını yakın akrabalarına verirken gördüm. Vakıdi de der ki: Malik dedi ki: Zekatını verdiğin en faziletli yer, bakmakla yükümlü olmadığın akrabalarındır. Peygamber (s.a.v.) de Abdullah b. Mes'ud'un hanımına şöyle demiştir: "(Kocana vermek suretiyle) senin için biri akrabalık dolayısıyla ecir, diğeri de sadaka ecri olmak üzere iki ecir vardır. ''

 

Ancak, ilim adamları, kadının zekatını kocasına vermesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Habib'ten, nakledildiğine göre o, hanımının kendisine verdikleri ile hanımının nafakasını denkleştirmeye çalışırdI.

 

Ebu Hanife, bu caiz olmaz derken, iki arkadaşı ona muhalefet ederek: Caizdir demişlerdir. Daha sahih olan da budur. Çünkü, sabit olduğuna göre Abdullah (b. Mes'ud) ın hanımı Zeyneb, Rasulullah (s.a.v.)'a giderek şöyle demiştir: Ben kocama sadaka vermek istiyorum bu benim için geçerli olur mu? Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Evet, senin için biri sadaka ecri, diğeri de akrabalık ecri olmak üzere iki ecir vardır. ''

 

Sadaka mutlak olarak zikredildiği takdirde zekat anlaşılır. Çünkü hanımın üzerinde kocası lehine nafaka mükellefiyeti yoktur. O bakımdan kocası hanımı için yabancı durumundadır. Ebu Hanife, görüşüne gerekçe göstererek şöyle der: Mülkiyet menfaatleri ikisi arasında ortaktır. Öyle ki, onlardan birinin diğeri lehine şahitliği kabul edilmez Hadis, nafile sadaka hakkında yorumlanmalıdır.

 

Şafii, Ebu Sevr ve Eşheb bunu şu şartla caiz kabul ederler: Eğer koca ondan aldığını hanımı lehine yerine getirmekle yükümlü olduğu mükellefiyetler alanında harcamayıp kendisinin nafakasını ve giyimini karşılamak üzere harcar, hanımına da kendi malından infak ederse, olur.

 

27- Hak Sahiplerine Verilecek Zekat Miktarı Ne Olmalıdır?:

 

Yine fukaha (zekat almak hakkına sahip olanlara) ne miktarda verileceği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Borçlu olan kimseye borcu kadarı verilir, fakir ve yoksula da kendilerine ve aile fertlerine yetecek kadarı verilir. Bunlara nisab miktarı, yahut ondan daha az miktarın verilmesinin cevazı hususunda farklı görüşler vardır. Bu farklı görüşlerin esasını ise, daha önce geçen zekat almayı caiz kılan fakirlik sınırı ile ilgili görüş ayrılığı teşkil eder.

 

Ali b. Ziyad ve İbn Nafi'in rivayetlerine göre bu hususta bir sınır yoktur.

 

Bu, verilecek miktar valinin ictihadına göre tesbit edilir. Kimi zaman yoksullar azalabilir ve zekat artabilir. O takdirde fakire bir yıllık geçimini karşılayacak kadar verilir. Muğire'nin rivayetine göre ise fakire nisabdan daha aşağı miktar verilir ve hiçbir zaman nisab miktarına ulaşılmaz.

 

Müteahhir alimlerden kimisi de şöyle der: Eğer bir şehirde birisi nakit, diğeri de ziraat mahsulleri olmak üzere iki ayrı zekat varsa, fakire, öbürünün zekat vaktine kadar kendisini ulaştıracak bir miktar verilir.

 

İbnü'l-Arabi der ki: Benim görüşüme göre fakire nisab miktarı verilir. İsterse o şehirde iki veya daha fazla tür zekat alınmış olsun. Çünkü maksat zengin oluncaya kadar fakiri ihtiyaçtan kurtarmaktır. O bu miktarı aldıktan sonra diğer zekat gelecek olur da yanında kendisine yetecek kadar bir miktar varsa, bu sefer onu başkası alır.

 

Derim ki: Nisab miktarının verilmesi hususunda rey ashabının görüşü de budur. Ancak Ebu Hanife, caiz görmekle birlikte, bunun mekruh olduğu görüşündedir. Ebu Yusuf ise mutlak olarak caiz kabul eder ve şöyle der: Çünkü onun aldığı zekat miktarının bir bölümü şu andaki ihtiyacı içindir. Dolayısıyla şu andaki ihtiyacından arta kalan miktar da (nisab olan) ikiyüz dirhemden daha aşağıdadır. Eğer bir defada ikiyüz dirhemden fazla fakire verecek olursa, bu sefer şu an için duyduğu ihtiyaç miktarından arta kalan ikiyüz dirhem kadar olur, bundan dolayı bu kadar bir miktarı vermek caiz olmaz.

 

Hanefi alimlerin müteahhirleri arasında şöyle diyenler de vardır: Eğer böyle bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı yoksa, borcu da bulunmuyorsa hüküm böyledir. Eğer üzerinde borcu varsa, borcunu ödemesi halinde elinde ikiyüz dirhemden az bir miktar kalacaksa ona ikiyüz dirhem ya da daha fazla vermekte bir mahzur yoktur. Şayet geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı varsa, verilen miktar aile efradına paylaştırılması halinde herbirisine ikiyüz dirhemden daha aşağı bir miktar isabet edecek kadar vermesinde bir mahzur yoktur. Çünkü böyle birisine tasaddukta bulunmak, hem ona, hem de aile halkına tasaddukta bulunmak demektir. Bu da güzel bir görüştür.

 

28- Zekat Alacak Fakirlerin Nitelikleri:

 

Şunu bil ki, Yüce Allah'ın: "... Fakirlere ... " buyruğu mutlaktır. Bunda herhangi bir şart veya bir kayıt bulunmamaktadır. Aksine bu buyrukta Haşimoğullarından olsunlar olmasınlar bütün fakirlere zekat vermenin caiz olduğuna delalet vardır. Ancak, sünnet-i seniyye birtakım şartların nazar-ı itibara alınacağı doğrultusunda varid olmuştur. Bu şartlardan birisi, bu fakirlerin Haşimoğullarından olmaması ve sadaka (zekat) verenin nafakasını sağlamakla yükümlü bulunmadığı kimselerden olmasıdır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. üçüncü bir şart ise sadaka alacak kimsenin kazanabilecek güce sahip olmaması şeklindedir. Çünkü Hz. Peygamber: "Sadaka (zekat), zengin ve azaları (gücü kuvveti) yerinde herhangi bir kimseye helal değildir" diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

 

Yine, İslam alimleri arasında farz sadakanın, Peygamber (s.a.v.)'e de, Haşimoğullarına da, onların mevlalarına da helal olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ebu yusuf'tan ise, Haşimoğullarından birisinin sadakası (zekatı) nın, yine Haşimoğullarına mensup bir başka kimseye verilmesinin caiz olduğuna dair bir görüş rivayet edilmiştir ki, bunu el-Kiya et-Taberi nakletmektedir Kimi ilim adamı garip bir istisna teşkil ederek şöyle der: Haşimoğullarının mevlalarına hiçbir sadaka türü haram değildir. Ancak bu, Peygamber (s.a.v.)'den sabit olana muhaliftir. Çünkü o, mevlası Ebu Rafi': "Bir kavmin mevlası (azadlı kölesi) onlardandır'' diye buyurmuştur.

 

29- Haşimoğullarına Nafile Sadaka Verilebilir mi?:

 

Haşimoğullarına nafile sadaka vermenin cevazı hususunda da ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. İlim ehlinin çoğunlukla kabul ettiği sahih olan görüşe göre nafile sadakanın Haşimoğullarına ve onların mevlalarına verilmesinde bir mahzur yoktur. Çünkü Hz. Ali, Hz. Abbas ve Hz. Fatıma -Allah onlardan razı olsun- Haşimoğullarından bir grup kimseye sadaka vermişler, onlar lehine vakıflar yapmışlardır. Onların yaptıkları vakıf sadakaları ise bilinmektedir ve meşhurdur.

 

İbnü'l-Macişun ile Mutarrif, Esbağ ve İbn Habib derler ki: Haşimoğullarına farz sadakadan da, nafile sadakadan da birşey verilmez. İbnü'l-Kasım ise şöyle demektedir: Haşimoğullarına nafile sadaka verilebilir. Yine İbnü'lKasım der ki: Peygamber (s.a.v.)'den gelen: "Sadaka Muhammed'in aline helal değildir" şeklindeki hadis, sadece zekat hakkındadır, nafile sadaka ile ilgili değildir. İbn Huveyzimendad da bu görüşü tercih etmiş, Ebu Yusuf ve Muhammed de bu görüşü benimsemişlerdir.

 

İbn Kasım der ki: Onların mevlalarına (azad ettiklerine) her iki sadaka türünden de verilebilir. Malik de ("el- Vadıha"da şöyle demektedir: Muhammed aline nafile sadaka verilmez. İbnü'l-Kasım der ki: Malik'e, ya onların mevlalarına (verilir mi?) diye sorulunca, ben mevlalardan kastın ne olduğunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bu sefer ben ona, Hz. Peygamber'in: "Bir kavmin mevlası onlardandır" buyruğunu ona karşı delil gösterince, bu sefer (bana: yine Hz. Peygamber) "Bir kavmin kızkardeşi de onlardandır" diye buyurmuştur dedi. Esbağ dedi ki: Ancak bu, iyilik ve hürmet konusunda böyledir.

 

30- Bu Şekilde Harcama Allah'ın Farz Emridir:

 

"Allah'tan bir farz olarak" buyruğu Sibeveyh'e göre mastar olarak nasb edilmiştir. Yani; "Allah sadakaları kat'i bir şekilde (böylece) farz kılmıştır," anlamındadır. Bununla birlikte el-Kisai'nin görüşüne göre kat' ile (önceki kelime üzerinde durak yapmak sureti ile) ref' edilmesi de caizdir. Yani; bunlar farzdır, anlamında olur. ez-Zeccac der ki:

 

Ben bu buyruğun bu şekilde (ref' ile) okunduğuna dair bir şey bilmiyorum.

 

Derim ki: İbrahim b. Ebi Able bunu haber yaparak böylece okumuştur.

Nitekim; "Zeyd ancak dışarı çıkmakta olandır," demek de buna benzemektedir.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Tevbe 61

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR